8 Mart 2008 Cumartesi

Seni Bana Yazmışlar

Bu akşam nostalji yapıp eski şarkıları dinledim. Beni zaman yolculuğuna çıkaran bazı albümler var ki, o albümlerin içinden nerde, ne zaman bir şarkı çalınsa ben buharlaşıp bu zamanı terk ediveririm. Kayahan, Çelik, Sezen Aksu, Zuhal Olcay, Oya & Bora bunlardan sadece bazıları...

Mesela Oya & Bora'nın "Seni Bana Yazmışlar" albümü...

93 yazında çıkmıştı ve ben o yaz yaş ortalaması benden epey büyük ama ruhları benle yaşıt, hepsi birbirinden renkli, en önemlisi de insanın bedeninden önce yüreğine dokunmasını çoktan öğrenmiş bir grup insanla güneydeydim. Merkez üssümüz Alanya olsa da buna kendi çapında ufak bir tur da diyebiliriz; zira güneydeki çoğu yeri gezip dolaştık. 



Beni kuzenim, canım ablamla gönderdikleri, başımda ebeveynlerimden herhangi biri olmadan yaptığım ilk tatil... Belki bu yüzden unutulmaz, belki bu yüzden her detayı bu kadar hatırlanası...

Grubun çoğu kuzenimin çalışma arkadaşlarından oluşuyordu. Dışardan katılanlar da vardı... Ama en son bizlere katılan biri vardı ki; belki de o tatil o kişinin bize katılmasından sonra tatil oldu, neşe oldu, sevinç oldu, macera oldu, burukluk oldu, hüzün oldu, anı oldu, en önemlisi bu yazının yazılmasına vesile oldu...... ve daha binlerce kelime...

Bundan tam 15 yıl önce bir kız düşünün ki, 17 yaşında... Sürekli Sezen modeli kestirdiği saçları, bandanası, sarı-turuncu çiçekli emprime elbisesiyle cool ama bir o kadar da neşeli, canlı, içi cıvıl cıvıl... Sürekli parmak uçlarında yürüyen... Yüzüne dünyanın bütün renklerine bulanıp çıkarılmış bir fırça değmiş gibi rengarenk... Kalbinin gümbürtüsü neredeyse her yerden duyulabilen... Herkesi aynı saflıkla sevebilen... Herşeyden önemlisi cesur, çok cesur... Sanırım cesaret o yaşların bize verdiği, zaman zaman felaketlere de yol açabilen, her daim cebimizde taşıdığımız bir armağan... Yaş ilerledikçe cesaret de aynı oranda azalıyor bence...

O dönem şu arka tarafı yüksek olanlarından beyaz Tempra hayranıydım. Aklımda model tutma gibi bir yeteneğim olmadığından ve arabalardan da çok fazla anlamadığımdan ancak böyle tarif edebiliyorum. Kimbilir belki sahibi hasbelkader bu yazımı okur ve bana yazar. Her araçta istisnasız istifra eden ben, artık arabanın mı yoksa sahibinin mi hikmetinden bilemeyeceğim o arabada gayet sağlıklı ve neşeli yolculuklar yaptım. Bu gerçekten benim için çok mutluluk verici, büyük bir olaydı. Beyaz Tempra' nın sahibi abimin adını yazamıyorum çünkü kendisi çoğu çevrede tanınmış bir arkeolog, bir şair, bir gurme, iyi bir aşçı gibi birçok önemli ve güzel vasıflara sahip harika bir insandır. O beyaz Tempra' nın içinde Alanya, Antalya, Fethiye, Ölüdeniz, Kral Mezarları vs. vs... turlarken sonunda bitkin otelimize döndüğümüzde o yorgunluğa rağmen gene de uykusuz gecelerde, pırıl pırıl mehtabın altında, sonunda elveda vakti gelmiş iki sevgiliden kadın olanın diğerine, aslında cevabını bal gibi de bildiği o soruyu sorduğu parçayı dinliyorduk en çok, "Ayrılık Ne Zaman?" :

Sen soğuk kış güneşine bakarken
Çöl ateşi yakacak beni
Mesafelere dolanacak iklimler
Ayrı ayrı yerlerde başka insanlar, başka nefesler
Ama hep uykusuz geceler
Bir yaban gül dikeniyle kan oturdu ellerime
Kötü şeyler olacakmış öyle bir his içimde
Ellerinle saklama terk eden gözlerini
Önce gözler bırakırmış sevgilinin ellerini
Geldi geldi,vakti geldi, geldi kondu dudağıma
Pek yakıştı hırçınlığına
Bekletme beni söyle,
Ayrılık ne zaman?

Ölüm bile yıkamazdı böyle bildik sevgimizi
Çöl kumundan bir kaleymiş, dokununca yıkılıverdi
Geldi geldi, vakti geldi, geldi kondu dudağıma
Pek yakıştı hırçınlığına
Bekletme beni söyle,
Ayrılık ne zaman?
Bir kibrit ateşi seni tutuşturuyor
Öyle deli bir sıcak ki herşeyi yakıyor


"Ayrılık ne zaman?" Kız buğulu sesiyle öyle çok soruyordu ki bu soruyu her sorduğunda benim de onla beraber yüreğim parçalanıyordu. Birkaç saat sonra sabah oluyor, güneş yine o çok yakından bildiğimiz kızgın, yakıcı, batan ışınlarını gönderiyorken tenimize gene yollara düşmek için kanımız kaynıyordu. Ben arkada artık arabanın yüksekliğinden mi yoksa oturduğum yerde bile parmaklarımın ucunda durduğumdan mı bilemiyorum hoplaya zıplaya Kemer virajlarını aşarken onlarla birlikte:

Bir şarkı yeter bana
Ya da aşkın ateş dansı

En sıcak iklimlerden estirmiştik bu romansı
Kim çözer bu deli kördüğümü
Bir tutam küle döndüğümü
Ellerin bana dokunmazsa
Kimbilir benim yandığımı
Hiç anlamaz mısın yar

Seni bana yazmışlar


diyerek önümde oturan iki insana aslında çok iyi bilinen ama bilmemezlikten gelinen (bknz: Tecahül-i Arif :) bir gerçeği dile getirmeye çalışıyordum... Kimi zaman biz çakan şimşekler ve sağanak yağmurun altında Ölüdeniz' de yüzerken onlar yağmurdan olsa gerek ağustos ayını nisan sanıp, "Bugün baharsa seviş benimle" diye mırıldanıyorlardı:

Bugün baharsa seviş benimle
Kış uykusundan uyanmalı yüreğim
Güneş doğarken seviş benimle
Bulutlar yağsın şaşırıp ikimize
Korkma yağmurdan, bak sırılsıklamım

Baştan çıkmış bir gölgeyim
İnsin perde perde saçların
Sen son yalnızlıksın, gel
Aşkla yok olurmuş korkular
Bugün baharsa seviş benimle
Kaçıncı yaş bu, daha çocuksun
Olsun, bahar bu
Seni de yeşertiyor
Korkma rüzgardan
Ben de üşüyorum
Sarıl bana ısınırsın
Yansın dalga dalga ruhumuz
Yoldan çıkmışlığım gel
Aşkla canlanırmış her bahar
Bugün baharsa seviş benimle


Allah' tan bahar değildi............

Gece eğlencelerinde sırf benim için Çingeneler Zamanı' ndan uyarlanan müziğe söz yazılan Sevmek Zamanı' nı çaldırıyorlardı ve ben kırmızı bandanam ve sarı çiçekli elbisemle İspanyol dansı ediyordum:

Al aşkım beni yanına, dalmışım sarhoşluğuna
Bir ömrü senle aşalım, al uçur beni sonsuza
Kaybetmek varsa ne çıkar, aşkta yer yok hiç korkuya
Öyle günler var ki baştan sonu gelmiş, öyle istenmiş
Sen yaşamalısın
Ayrılık beter ölümden,
Tanrı yazmasın
Aşkımı benden kimse ayırmasın
Biz dünyayı çok sevdik, ölüm bizden uzak olsun
Aşık olduk yüreklendik, kader bizden yana dursun

Hasretliği çektirme Tanrım, gözümüz yollarda kalmasın
Ne istersen al götür ama sevda bize, aşk bize kalsın

Al canım beni yanına, sevgine çoktan acıktım
Sen miydin kaderden yana, işte ben de sana düştüm...


Alkışlar, alkışlar, alkışlar.........

Sabahları otelin bahçesinde genelde herkes akşamdan kalma, yorgun, bitkin ama yine geceye hevesli kahvaltılarımızı ediyorken garson dağılmış olan, uykuyu alamamış gözlerle birbirine yabansı bakan bizlere dalga geçercesine bardan şu şarkıyı çalıyordu:

Ah yabanım benim
Yaban bakışlım
Dağınık saçlım, isyankarım
Akşamdan kalmış sarhoşluğum
Kara sevdaya tutulduğum
Ah yabanım benim
Şarkım segahım
İstanbul yüzlüm
Günahkarım...
Toz mavi günler paylaştığım

Hayat kadar çok alıştığım
Ah yabanım benim

Kar yarası gibi
Yüzüm acır bak
Günahım varsa tövbekarım
Karmaşıklığına bulaştığım
Ölüm kadar çok alıştığım
Ahhh yabanım benim


Toz mavi, sıcak ve güzel günler paylaştığımız, hayat ve ölüm kadar çok alıştığımız birbirimizden ayrılma vakti geliyordu. Sonuna geliyorduk. Herkes tek tek birbiriyle vedalaşıp ayrı yönlere gidiyorken bizim şansımıza gene beyaz Tempra ve sahibi düşüyordu. Dönüş yolculuğumuzu da birlikte yapıyorduk. İstanbul il sınırları içine girdiğimiz anda uyanmaktan korktuğum bir rüyanın içinde yolculuk yapıyordum sanki. Arabanın içinde öyle bir büyü vardı ki bunu kesinlikle kelimelerle anlatmam imkansız. Sadece Oya & Bora ve benim şahidi olduğumuz o duygusal yakınlaşma dinlediğimiz şarkılarla daha da perçinleşiyorken ve benim yüzüm her kilometrede biraz daha İstanbul' a benziyorken, gelecekte önümdeki o iki insandan çok şey umarak bugünlerde de nedense çok sık, döndürüp döndürüp dinlediğim son şarkımı mırıldanıyordum:

Sevdiklerimizin ve seveceklerimizin adları taa başından yazılmıştır kalbimize
Ve onları bulana dek savaşırız bu karmaşık tutkular çemberinde
Seni ilk kez görüyorum ama sanki bir yerlerden hatırlıyorum
Parlak bir ateşten çok sonra arda kalan küller olsak da
Her an ölmek için yaşasak kıyısında sarp bir uçurumun
Uçmaya hazırım inan seninle
Zincirledin beni sevdana
Aşk lanet yağdırsa vız gelir
Acılara, yoksulluğa tutsak
Yeter ki benim olmayı dile
Ben savaşırım senin yerine
Yorgun kanatlar açılsa yeni yolculuklara

Uçmak ne güzel, tutunabilmek bulutlara
Bir tek ihanetin gölgesi düşemez
Yaralarımı saran el girse de kanıma
Herşeye hazırım seninle
Hiç hem de hiç umurumda değil
Bir yarın var mı bizler için?
Yarım kalmış bir şarkı olalım
Kollarımdasın, benimlesin ya
Gel de yok olalım şu an seninle


Rüya bitti, büyü bozuldu, gerçek dünyaya dönme zamanı geldi, ayrılık gerçekten ölümden beterdi. İçimden, "ben ineyim, siz sonsuza uçun!" demek geldi... Sonra onlara ne mi oldu?
Onlar biraz gerçek, biraz da hayal oldu... Yarım kalmış bir şarkı oldu...

Ben şimdi nerede, ne zaman bu şarkılardan birini duysam burnuma deniz, kum, iyot, güneş yağı, rakı-balık kokuları gelir. Tenim Ölüdeniz' deki o yağmurlarla yıkanır, arınırım... Kalbim o günlerde ve o yaşımda olduğu gibi her yerden duyulabilecek kadar hızlı atar... Gözlerim arkası yüksek olan o beyaz Temprayı ve sahibini arar ve tabii ki yanında da bütün bu anıları bana kazandıran, bu yazının kadın kahramanını... Yüreğim sızlar...

2 yorum:

e l m y r a dedi ki...

hikaye hüzünlü gibi görünüyor ama aslında değil..

hani derler ya.."şimdiki aklım olsaydı" evet.. şimdiki aklım olsaydı hikayedeki yarım kalan aşkı yine yarım bırakırdım.. niye mi?

çünkü bu hikayeyi okurken içime doluşan duygular öylesine güzel ve değerli ki yarım kalmasaydı bu kadar iyi hissetmezdim belkide :)

bu yazıyı yazanı seviyorum..

imza : hikayenin kadın kahramanı :P

Adsız dedi ki...

slm.
Blogunuz güzel olmuş.Yalnız pop-upaçılıor.Farkında mısının bilmiyorum.