28 Mart 2008 Cuma

Nasıl Delirdim?

Son zamanlarda uykumu hiç alamadığımı fark ederek uyanıyorum sabahları… Öyle yorgun, öyle bitkin… Omuzlarım ağrıyor, boynum ağrıyor, başım ağrıyor… Sanırım her şeye alışılıyor; bekarken, “ben asla başka biriyle aynı yatakta uyuyamam” lar, evlendikten sonra da “onsuz uyuyamamaya” dönüşüyor. Benimki de her şeyden çok bu galiba…

Onsuz her şey yabancı geliyor. Yattığım yatak, oturduğum masa, uzandığım kanepe hatta izlediğim dizilerdeki kahramanlar bile… Beraberken, “yorganı çok çektin, gene benim yastığımı almışsın, artık elinden şu telefonu bıraksan diyorum, başka bir kanala geçebilir miyiz, çocuklara bakar mısın? ışığı kim kapatacak?...” türündeki didişmeler bile özleniyor. Uykusuz, huzursuz, emniyetsiz, gergin ve yorgun hisseden bir kadın oldum çıktım. Aynı zamanda da daha fazla aşık, daha fazla özleyen, isteyen, arzulayan ve uman…

Her bir götürünün getirisi de var en güzelinden… Bir evlilikte, eşinizin aynı zamanda dostunuz, arkadaşınız, sırdaşınız, meşru seks ortağınız, aşkınız vs. olması harika ama bence bunlar kadar önemli bir şey var ki o da aynı zamanda sizin kurtarıcınız olması… Azimli, tuttuğunu koparan, kafasına koyduğunda ne olursa olsun onu er-geç yapan, mücadeleci ve tek başına başarmayı çok seven bir kadın olarak çaresizce kafamı ellerimin arasına alıp, dizlerimin üstüne çökerek hüngür hüngür ağladığım zamanlar çok olmuştur. “Keşke burada, yanımda olsaydı… olabilseydi…” dediğim zamanlar… Kısaca, böyle anlarda erkek olmayı dilemeye değil ama bir evde bir erkeğe kesinlikle ihtiyaç var.

Çok uzun bir zamana geri gitmeye gerek yok. İki hafta önce internetten satın aldığım, bana kitaplık diye teslim edilen fakat koliyi açtığımda hayretle bir hurda satın almış olduğumu görmemle başladı mücadelem… “Biz size geri döneceğiz, lütfen bekleyin, hemen çözeceğiz…” türünden o anda müşteriyi yatıştırmaya yönelik ama esas amacı “baştan savma” olan cümleleri kaç kere duydum bilmiyorum… Bu tarz konuşmaların nereye varacağını bilen bir insan olarak oturup onların bana geri dönmesini beklemedim tabii. Israrla bana verilmeyen genel müdürün cep telefonunu buldum önce… Sonra da kendisini… Beni şaşırtan ve hiç şüpheye yer bırakmayan bir ses tonuyla kitaplığın geri alınacağını ve yenisinin de ekspres bir kargoyla hemen bana ulaştırılacağını söyledi. Afalladım… Oysa ben kendimi tek silahımızın sözcükler olduğu bir dövüşün ortasına atmaya çoktan hazırlamıştım. Gerçekten de dediği gibi iki gün içinde yeni kitaplığıma kavuştum. Eşim kurmak için onu beklememi, çok ağır olduğunu, kendi başıma uğraşmamam gerektiğini söylese de ben dinlemedim. Durur muyum? Damarlarımda dolaşan kanım bile hızlı hızlı, sabırsız akar benim; en ufak çizikte bile çıkmak için bir yol bulur, durmaz... Bir an önce kurup, içine en değerli kitaplarımı, üzerine de en güzel fotoğraflarımızdan birini yerleştirmek ve sonra elime aldığım bir fincan kahveyle karşısına geçip seyrederken dinlenmek… Kurarken aklımda hep bunlar vardı. Kitaplığın altı, ortası, rafları derken sıra yanlarına geldi. Önce sağ yanı taktım, sonra sol yan diye elime aldığım ikinci bir sağ yan parçayla başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Acaba ben mi bir hata yaptım diye, her şeyi baştan aldım, tersini çevirdim, döndürdüm, yatırdım… Hayır, hata bende değildi. Bu sefer de sol yerine iki adet sağ parça gelmişti. Çaresiz bir çığlık attım önce… Sonra telefon trafiği başladı yeniden… Bu arada aldığım kitaplığınki kadar bir de telefon faturası ödeyeceğime eminim.

Bir insanın kendi ürettiği mobilyayı bilmemesi kadar içler acısı bir durum olamaz; bana ısrarla o parçaların simetrik olduğunu, sağ-sol fark etmediğini, kibarca benim beceremediğimi anlatmaya çalışırlarken ben elimde telefon, duvarın köşesine çökmüş artık sinirimden hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Beni sevmeyeni de severim ama beni anlamayanı sevmem… Dinlemeden, karşısındakinin ne dediği hakkında en ufak bir fikri olmadan sürekli konuşarak kendi doğrularını benimsetmeye çalışanları sevmem… Kendisini bir kez olsun karşısındaki insanın yerine koymayı hiç denememiş olanları sevmem… Dar görüşlüleri sevmem… Karşı tarafta hepsi vardı ve ben anlayamıyor olmasına daha fazla dayanamayarak telefonu kapattım. Niyetim bütün parçaları kocaman bir kutuya doldurup götürüp evimin önündeki çöpe öylece bırakmaktı. Yüzüme buz gibi soğuk su çarparken cep telefonum çaldı. Arayan bayan haklı olduğumu, parçaların sağlı ve sollu olarak üretildiğini, bir yanlışlık yapıldığını ve bana hemen sol parçanın gönderileceğini, mobilya üretim merkezinde çalışan o beyin adına özür dilediğini söyledi. Mobilya üretim merkezinde çalışan… Baş üretim sorumlusu… Bu kitaplığı üreten şahıs… Hepsi beynimde dönüp duruyordu. Ne ürettiğini bilmeyen, parçalarını tanımayan, simetrik diye benimle iddialaşan ve beni beceriksizlikle suçlayan… Acaba böyle kaç kişi vardı; yaptığı işe yanlış sahip çıkan, ne ürettiğini bilmeyen, ürettiği veya pazarladığı mal hakkında bilgi veremeyen…

Böylece üç hafta geçti. Doğru parçaya kavuşmanın sevincini yaşayamadım bile. Sırf o dağınıklık ortadan kalksın diye hevessiz gene aldım elime tornavidayı. Oysa eşim ertesi gece evde olacaktı. Gene bekleyemedim... Bir rafı takmaya çalışırken diğerinin kucağıma düşmesiyle, onu takarken öbürünün yerinden çıkmasıyla, sonra kitaplığın ağır çekimde komple ayaklarımın dibine yığılmasıyla elimdeki tornavidayı da, vidaları da, rafları da bir yana fırlatarak bağıra bağıra ağlamaya başladım. Üç haftalık birikimdi yanaklarımdan süzülen…

Gözümde yaşlar, yere çökmüş ve pes etmiş bir vaziyette su toplayan parmaklarıma, sıyrılan kollarıma, çizilen ellerime baktım. Kurtarıcımın gelmesini ve tam tamına aklımdan geçen söz dizimini sırayla kullanmasını beklemekten başka çarem kalmamıştı…

Hiç yorum yok: