23 Temmuz 2008 Çarşamba

Kelebek ve Dalgıç & The Notebook

Geçen hafta sonumuzu uzun bir zamandan sonra ilk defa evimizde geçirdik. Cuma gecesi başladığımız film izleme seanslarımız pazar gecesine kadar devam etti. 

Cuma gecesi çocuklar uyuduktan sonra mumlarımızı yakıp, önceden hazırladığım aperatifleri buzdolabından çıkarıp, çeşitli meyveler ve kırmızı şarapla renklendirdikten sonra film izlerken kullandığımız (bize özel) sadece iki kişilik kanepemize kurulduk. Aman pek bir keyifliydi. Biz mi filmi izledik, film mi bizi izledi bilemiyorum; :p çünkü ilk film gayet sıkıcıydı ve çok ağır ilerleyerek sabrımızı zorlamaya başladı. Biz de bir yerden sonra kendi filmimizi çevirip, Kelebek ve Dalgıç'a yalnızca dinlemeyle eşlik edebildik. :D

2007 Cannes Film Festivali’nde, yönetmeni Julian Schnabel’e en iyi yönetmen dalında ödül kazandıran Kelebek ve Dalgıç, 2007 yapım tarihli yine aynı adlı romandan sinemaya uyarlanan psikolojik bir Fransız filmi...  

İnsan psikolojisi ve yaşam üzerine iyi örnekler genelde Fransız sinemasından çıkıyor ve her ne kadar çok sıkıcı ve ağır geçse de insanın nefes aldığı, dokunabildiği, hissedebildiği ve duygularını ifade edebildiği -konuşarak, yazarak, mimiklerle, vücut diliyle vs.- her an için şükretmesi ve dua etmesi gerektiğini hatırlatan, bunlardan sadece biri bile olmadan hayatın bize ne kadar zehir olabileceğini gösteren bir film. 

Zira filmin kahramanı, Fransız Elle dergisi editörü 43 yaşındaki Jean Dominique Bauby hayata tutkusuyla tanınan biridir. Aralık 1995'te felç geçirir ve beyin faaliyetleri durur. O anda hayatı sonsuza kadar değişir. 20 gün komada kaldıktan sonra uyandığında kendisini zihinsel faaliyetleri çalışır ama hareket kabiliyetini yitirmiş vaziyette bulur. Kendisini ifade edebilmek içinse elinde sadece vücudunda tek hareket ettirebildiği yer olan sol gözü vardır. Tabii bir de felce uğramayan hayalleri... 

Jean Dominique Bauby kendi özyaşam öyküsünü anlattığı bu romanın adını Kelebek ve Dalgıç olarak seçmiş çünkü dalgıç giysisi, felç yüzünden hareket ettiremediği ve içinde hapis kaldığı kendi bedenini ifade ediyor. Kelebek ise, bedeni durmuş bir insanın içinde yaşamaya devam eden insanlığın ve özgürlüğün simgesi. Kendi hayatını yazmak istemesi üzerine sadece sol gözünü kırparak bunu bir kitaba çevirmeyi başarması, kelebeğin uçmak için kanatlarını çırpmasına benzemekte... 

Bu tarz filmlerden hoşlananlara rahatlıkla tavsiye edebilirim. Fakat siz her ihtimale karşı sabrınızın zorlanacağı ve zaman zaman sizi sıkıntıya sokabileceğini düşünüp, izlerken bir yandan da eğlenceli birşeyler yapabileceğiniz ikinci bir alternatife de yer açın. ;)


İkinci filmimiz eşimin benim için seçip getirdiği The Notebook isimli bir filmdi. Daha önce de belirttiğim gibi gözlerimde biçim, sesimde ton değişimine yol açacak kadar ağlatan, izlediğim en duygusal, en romantik, en dramatik, en güzel aşk filmlerinden biriydi. Bu film de diğeri gibi Nicholas Sparks'ın bestseller romanından sinemaya uyarlanmış 2004 yapım tarihli bir film. Ayrıca dvd kabının üzerinde modern klasikler adıyla tanıtılmış ve MTV en iyi öpüşme sahnesi ödülünü almış.

Ben, filmin başlarında beni bu kadar saracağını asla tahmin etmeden gülerek ve eğlenerek izliyordum filmi; çünkü karakterlerin tipleri, -özellikle kızın babası- konuşma tarzları ve davranışları bana yeşilçam filmlerini hatırlattı. İlk defa Yeşilçam tadında bir Amerikan filmine rastlamam doğrultusunda, merakla ilerleyen dakikalarda filmin neye dönüşeceğini beklerken bir de baktım ki tek kelime etmeden izliyoruz...

Filmin en beğendiğim görseli

Film klasik zengin kız - fakir oğlan tiplemelerinden ve onaylanmayan bir ilişkiden ötürü kimilerine basit ve kalıplaşmış gelebilir. Zira filmdeki güzeller güzeli kızımız zengin bir aileden gelmektedir ve değirmende bir işçi olarak çalışan delikanlıya tutulur. Sonlarını ve geleceği hiç düşünmeden rüya gibi bir yaz geçirirler ve iyice aşık olurlar. II. Dünya Savaşı'nın kızıştığı bir dönemde hayat, aşıkları ayırıverir. Sevdiği kızı aklından hiç çıkarmamış olan delikanlı savaştan döner. Oysa kızımız gönüllü olarak çalıştığı bir askeri hastanede tanıştığı oldukça yakışıklı ve zengin başka bir gençle evlenmek üzeredir. Bu kadarından anlayacağınız üzere konu her ne kadar klasik ve basit gibi gözükse de öyle değil. Sırf sonunu görmek ve bu sondan çıkan o çok önemli ve anlamlı mesajı almak için bile izlemeye değer diyorum. Zaten bir filmi sevmeniz için, o filmin çok da iyi bir film olması gerekmiyor ki bu filmin çok iyi bir film olmadığı kanısında değilim ben. 

Filmin içinde beni en çok etkileyen replik delikanlının kıza söylediği şu cümleler oldu:
" Herkesin ne istediğini düşünmeyi keser misin? Benim ne istediğimi düşünmeyi bırak. Ya da onun ne istediğini. Sen ne istiyorsun? Sen ne istiyorsun? Lanet olsun, sen ne istiyorsun?" 


Başkalarını düşünerek onlara göre seçtiğimiz bir hayatın, bir kararın veya kararsızlıkların insan hayatını nasıl derinden etkilediğini ve değiştirdiğini görmek istiyorsanız bu filmi mutlaka izleyin

Herkese aşk ve sevgi dolu bir yaşam dileklerimle...

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Anne Olmak Ama Nasıl?



Anne olmak ama nasıl? 
Olabildiğince gözü kara, olabildiğince cesur, olabildiğince merhametli, olabildiğince arkadaş, olabildiğince şefkatli, olabildiğince koşulsuz, olabildiğince sabırlı, olabildiğince hayalperest, olabildiğince fedakar, olabildiğince anlayışlı,................... Olabildiğince sonsuz...



Anne olmak ama nasıl?
Korktuğu zaman yağmurun gürültüsünden, çakan şimşeklerden, kararmış gökyüzünden; hapsedilmiş güneşi çıkarmak yerinden... Çıkarmak ve ısıtmak dünyasını yeniden, kurutmak gözyaşlarını... Yıldızsız kara gecelerde, hiç gözünü kırpmayan bir yıldız olmak en parlayanından; tüm beyazlığını dökmek üzerine, ışık tutmak en güzel düşlerine... 






Anne olmak ama nasıl?
Geceleri ansızın uyanabilmek bir çıtırtıya en deliksiz, en derin uykulardan... Üşüdü mü, acıktı mı, korktu mu, terledi mi, hastalandı mı...? Eğer uyuyorsa yatağında huzurla, seyretmek artık yumuşacık olmuş bir kalple yüzünü... Minicik ellerini avuçlarının içine alıp öpmek... Saçlarını karıştırmak, kokusunu içine çekmek... Dinlemek hızlı hızlı soluk alıp vermelerini, göğsünün inip kalkmasını izlemek... Kıpır kıpır gözkapaklarından neler gördüğünü merak etmek... Dudaklarını büktüğü, minicik yüreğinin çırpındığı düşlerinde bir atmaca olup ta yükseklerden süzülerek kurtarmak kocaman bir hayvanın pençeleri arasından ya da çekip almak bir uçurumun kenarından... Düşler ülkesinde bile yalnız bırakmamak, koruyup kollamak, sakınmak en zararsızından bile... 

Anne olmak ama nasıl?
Derinliğine... "Hiç kimse beni bu kadar sevmedi ki" ye inat öldüresiye, "işte böyle sevilir!" dercesine sevmeyenlere, sevemeyenlere göstere göstere... Kendi çocukluğunda sevinçlerini hep yarım, hep eksik bırakan şeyleri avuçlarındaki nasırlara, sıyrılan bileklerine, kırılan tırnaklarına aldırmaksızın onun hayatından kalın halatlarla çeke çeke... Ak sütün aklamaya yetmediği karaları, anneliğin o özel rengiyle silmek karşılaştığı yerlerde ve kapatmak en güzel renklerle... Örtmek üstünü kötülüklerin, pisliklerin sihirli bir değnekle...


Anne olmak ama nasıl?
Koşulsuz sevmenin meleksi hazzıyla sadece kendi çocuğunun, çocuklarının değil tüm annesiz çocukların annesi olabilmek... "Utanç duvara asılır mı anne?" sorusu gelmeden üstsüz, başsız ağlamaklı çocuk tablolarını indirebilmek duvarlardan... Kahkahasız mutlulukları, tuzsuz gözyaşları tadan yüreklerine ışık olabilmek... Bazen bir giysi olabilmek üzerlerinde, bazen bir şeker yavaş yavaş eriyen dillerinde, bazen bir martı olup umuda kanat çırparak uçabilmek önlerinde... Hayattan en umudu kestikleri yerde, yeniden hayata döndürebilmek birkaç sıcak kelimeyle... Yaşamın çok farklı bir boyutundan başka bir boyutuna göç yolculuğunu başlatabilmek beyinlerinde... Devrim yapmak batılın üstüne...

Anne olmak ama nasıl?
Gönlünde, beyninde, düşlerinde ne varsa hepsini verebilmek, verdikçe çoğalmak... Annesinin sevgisinin yalnızca onu değil; tüm annesiz çocukları, tüm savaş kırgını çocukları, tüm tinerci çocukları saracak kadar uçsuz bucaksızlığının farkında olmasını sağlamak...

Anne olmak ama nasıl?
Işıklı düşler kurabilmek korkulu gecelerde, efsanevi oyunlar sahneleyebilmek en sıkıcı günlerde, tüm kötülükleri onun üzerinden uzak tutabilmek sadece içgüdüyle... Gerçek sevgilerin koşulsuz olduğunu, almaktan çok vermenin mutlu ettiğini, mutlu olma yolunun mutlu etmekten geçtiğini gösterebilmek örneklerle...Maddi dünyanın küçük hesaplarını yapmamak önünde...

Ve anne olmak; ona öyle bir masal sunabilmek ki, büyüyüp kocaman bir kadın veya bir adam olduğunda bile hala o masaldaki ekmek kırıntılarını izleyerek çıkabilmeli kaybolduğu labirentlerinde...
 
DipNot: Bu yazı Kemal'in orta şut karışımı gönderdiği mim;
DERS: Hayat Bilgisi
KONU:Anne Olmak
üzerine sıcaktan bir türlü uyuyamama modunu, yine bir türlü uyku moduyla değiştirememe üzerine kalkıp yazılmıştır.  =)

19 Temmuz 2008 Cumartesi

Berkay Durumları

 
Efendim şimdi anlatmak istediğim konu, neşeli soframızda akşam yemeğimizi yerken bir yerden, bir şekilde, yeniden aklımıza gelmiş, gündemimize oturmuş, yine yeniden birbirimize anlatır, unutulan yerleri hatırlatırken olayın olduğu ilk günkü gibi kahkahalara boğulmamıza neden olmuş bir konudur.

Çoğunuzun bildiği gibi önüne geçilemeyen artık kanıksanmış ve bana göre oldukça yanlış bir durumdur ki özellikle çocuk cinsel organlarına benim burda saymak istemediğim çeşitli isimler takılır. Çocuk belli bir yaşa geldiğinde -bu yaş genelde bezinden kurtulup, tuvalet eğitimini almaya başladığı yaşlardır- sürekli bezle kapatılan organının birden bire özgür kalması ve o bölgeye daha rahat ulaşmaya başlamasıyla küçücük kafasında da soru işaretleri oluşmaya başlar. Aklının erdiği, dilinin döndüğünce o soruları doğal olarak en yakınındakilere -anne, baba, anneanne, babaanne vs.- sormaya başlar. İşte tam da bu dönemde çocuğun cinsel organına isimler veya bir isim takmak, çocuğa bu şekilde öğretmek ve çocuğun koca bir adam veya bir kadın olduğunda bile kendi cinsel organına böyle hitap edecek kadar bu ismin beynine işlemesini sağlamak bana göre son derece yanlış bir davranıştır. Birazdan gülmekten yarılmamıza neden olan konuyu okuduğunuzda eminim siz de bana hak vereceksiniz. Bunu sadece bilinçsiz ebeveynler mi yapar? Tabii ki hayır. Çünkü gayet bilinçli olanların da sırf şirinlik adına bu şekilde davrandığına çokça şahit oldum. 

Çocuk cinsel organına takılan bu isimlerin eşimin mesleğinden dolayı çokça yer gezmiş-görmüş, çeşitli memleketlerden arkadaş edinmiş bir kişi olarak kişilere, kültürlere, örf ve ananelere ve haritadaki yerlere göre değiştiğini gördüm. Örneğin şu anda biz Trakya görevimizi tamamlamak üzere bu bölgede bulunuyoruz ve bu bölgede genelde kız çocukların cinsel organına, "ipek" denmekte... Adı İpek olan ve bu durumu bilen bütün bayanların adına konuşmam gerekirse bu son derece rahatsız edici ve çirkin bir durum. Zira İpek, kız çocuklara verilebilecek ve son derece incelik, kibarlık, zerafet ve yumuşaklık taşıyan gayet hoş bir isim. 

Neyse konumuza dönersek, kadın cinsel organını vajina, erkek cinsel organını penis olarak bilen ve henüz ana sınıfına başlamış olan oğlum Berkay -şu anda 8 yaşında- bir gün okuldan eve döndüğünde yemeğini yerken birden bana, "ipek nedir anne?" diye bir soru yöneltti. O zamana kadar bu ismin bu şekilde de kullanıldığından haberi olmayan ben, genelde verdiğimiz davet yemeklerinde kullandığımız ipekten örtüyü çekmecesinden çıkarıp örnek göstererek, "ipek, ipekböceğinin ürettiği, insanların kumaş, iplik vs. yapmak için kullandığı bir liftir. Ayrıca yumuşaklığından, güzelliğinden ve inceliğinden dolayı bu ismi kızlara da koyarlar" dedim ve bunun nereden aklına geldiğini sorduğumda ise önce yalnızca bir, "hiiiiiiç..." cevabı aldım. Kafası karışmış gibiydi ve belli ki benim anlattıklarımla çelişmesini sağlayacak birşeyler yaşamıştı. Zorladığımda bana anlattığı şuydu: " Bugün öğretmenimiz oynamamız için bahçeye çıkmamıza izin verdiğinde X kız arkadaşımla kantinden çubuk kraker alarak ağacın altındaki bankta oturup yemeye başladık. Sonra o birden çubuk kraker paketini benim elime tutuşturarak, "kilodum ipeğimin arasına girdi, düzeltmek için tuvalete gitmem gerek!" diyerek gitti..." dedi. Epey bir güldükten sonra ona bu yanlışlığı açıklamaya çalıştım. Sınıflarında ayrıca İpek isminde bir arkadaşı olan, kadın cinsel organını da vajina olarak bilen oğlumun kafasının oldukça karışmış olması son derece doğaldı.

Sonra bir gün öğretmeniyle yıl sonu gösterileri hakkında konuşurken, "Aaa Müjgan Hanım bu arada dün şöyle bir olay oldu..." diyerek anlatmaya başladı. Henüz teneffüsleri bitmiş ve beraberce yeni bir şarkıyı öğrenirlerken kızlardan biri tuvalet izni istemiş. Öğretmen hanım da, teneffüsün aynı zamanda bu işler için olduğunu, daha henüz içeri girdiklerini, oyuna dalarak tuvaletlerini yapmayı unuttuklarını sonra da dersi böldüklerini söylemiş. Kız, "ama ben çişimi yapmayacağım ki, ipeğimi kaşındırdığı için kilotlu çorabımı çıkartmak istiyorum!" deyince benim oğlum daha fazla dayanamamış ve öğretmenine dönerek; "Öğretmenim siz bize herşeyi öğretmek için varsınız değil mi? Lütfen şu kızlara da öğretir misiniz artık: Onun adı ipek değil, vajina, vajina, va-ji-naaa..." diyerek patlamış. :D

Garip olanı, öğretmeni bunu bana anlattıktan sonra, "Kulaklarıma inanamadım, Berkay gibi bir çocuk böyle şeyleri nereden öğrenmiş olabilir?" demez mi? Ben de, "X hanım siz de çok iyi bilirsiniz ki, eğitim önce ailede başlar. Bu konuların temelini ilk alması gerektiği yerden yani benden öğrendi ve öğretilmesi gerektiği şekilde öğrendi. Önce ben doğruyu vermek istedim ki, yanlışı duyduğunda rağbet etmesin ve kafası karışmasın ki buna rağmen çocuğun bir süreliğine kafası karıştı" dedim. O hala, "ama biz bu şekilde öğretmeyiz, onun için öyle söyledim, lütfen yanlış anlamayın..." diyordu. Neden bu şekilde öğretmediklerini, neden doğru ismi varken garip isimler taktıklarını ve neden göze göz, kulağa kulak, ayağa ayak derken iş cinsel organa geldiğinde, vajina veya penis denilmesinden utandıklarını sordum. Sonuçta onlar da insan vücudunun bir parçası ve organıydılar. El gibi, burun gibi bir isimleri vardı. "Bilirsiniz işte..." dedi. Bu, "bilirsiniz işte..." cümlesinin altında yatan çok neden vardı tabii ama benim bu nedenleri tartışacak ne vaktim ne de sabrım vardı. Ayrıca: 

Doğuştan kör bir insana ışığı nasıl anlatabilirsiniz ki? 

Sevgilerimle...

17 Temmuz 2008 Perşembe

Ulu Orta Yazanlar ( Ve Bir Reklam)

İki gün önce Türk Blog Yazarları'ndaki sayfamı ziyaret ettiğimde, minik oğlum Arda için bırakılmış bir yorumu okuduktan sonra her zaman yaptığım gibi yorum bırakan kişinin blogunu ziyaret ettim. Kemal's Blog adından da anlaşılacağı gibi Kemal'e ait, şimdilik sadece kankası İbrahim ile paylaştığı, kendisinin tabiriyle, her telden azıcık kişisel bir blog. =)

İnternet, teknoloji, sinema-tv dünyasından tutun da site tanıtımlarına, müziğe ve spora da yer veren, gerçekten her telden çalan fakat kaliteli çalan bir blog. "Çalmak" kelimesi burada farklı algılanmasın; =) çünkü kategorilerin hepsinde yazarının emeği, alın teri ve araştırmacı ruhu var. Hepsini kendi yorumuyla anlatmış, tanıtmış... Keza "zırvalamalar" başlığı altında okuma fırsatı bulduğum, azıcık kişisel birkaç yazısını da ben çok içten buldum.

Okuduğum zaman samimiyetini hissettiğim ve "Gerçekten bu kişi, bu... Ruhunun renklerini aynen yazılarına yansıtıyor" dediğim, yapaylıktan uzak, kendini gösterme ve övme kaygısı taşımadan aklına geldiği gibi, ulu orta yazan -bir de böyle godsyndrome var- kişileri aileden birisiymişçesine benimsiyorum. Zaten Kemal'in blogundaki hakkında kısmını okursanız beni daha iyi anlarsınız.

Takip ettiğim bloglara bakarsanız tabii ki hepsinde bu özellikleri görürsünüz. Yapay olan hiçbir şeye tenezzül etmeyen bir kişi olarak sırf, "körlerle sağırlar birbirlerini ağırlar" misali eklediğim, okumadığım hiç bir blog yok listemde. Demek istediğim hayatlarından kesitler sunarken bunu, o kadar doğal ve içten yapıyor ki bazı kişiler, sanki bahsettikleri yerlerde yaşıyor ve yine yazılarında bahsi geçen insanları tanıyor gibi hissediyorum kendimi. Yazarken sözcüklere yükledikleri duygular çeşitli renk, şekil ve harflerle bana geçiyorlar. Ulu orta, çekinmeksizin duygularını yazıya dökenler takdirimi kazanıyorlar. ChaotiC Bloglar benim tarafımdan takdir verilmiş bloglar zaten... :D Örneğin godsyndrome:
"Bir diğer komşum emekli, balkonda çekirdek yemeyi seviyor. Tam 20 maymun gücünde bir iştaha sahip. Bütün gün çıt, çıt sesi geliyor.
Diğeri de emekli, kaza geçirmiş ve sanırım beyninin %98ini almışlar. Bazen kapıdan ses geliyor. Kapıyı bir açıyorum, elinde anahtarla bizimki, "aaa burası sizin ev miydi?" diyor. Geceleri de gördüğü rüyaların etkisiyle bas bas bağırıyor. Biz alıştık bu duruma da misafirler gelince hoş oluyor.
Kalan komşular da ortalama 4 çocuğa sahip ama çocukları bir görün, endülüs çingeni bir anneyle, afro-amerikalı demiryolu işçisi bir babadan doğup, sulukulede lisans, harlemde yüksek lisans yapmış gibiler. Bütün gün kadınlar balkondan, "senin çocuğun bana fayişe dedi", "iyi demiş, seninki de kocama muhabbet tellalı dedi" şeklinde atışmalarla geçiyor.
Bir gün, İstanbul'u yenip, Rahmi Koç'u ikna edip Kont Ostrorog Yalısını alana kadar, yaz mevsiminden nefret etmeye devam edicem. Kış gelsin, girin evinize ne halt yerseniz yiyin."
=)))
diyerek komşularını o kadar olduğu gibi, o kadar içten kelimelerle anlatıyor ve konu hakkındaki duygularını o kadar iyi veriyor ki ben, sanki godsyndrome dahil hepsine ezelden beri aşinayım gibime geliyor.

Keza Kemal de böyle bir arkadaş işte... Lost dizisinde sevmediği Lock karakterine, "Allah Belanı Versin Lock!" diye başlık atıp,
"Adadan çıkmak istiyor bizimkiler..! Bu gidip telsizi parçalıyor! Bir insan bu kadar mı bencil olur ya!... Tamam geçmişinde kara lekeler var... Öyle ahım şahım bi hayat sürmemişin... Ama diğerlerinin suçu günahı ne be adam!....
Neyse; Zaten tencere yuvarlandı kapağını b
uldu...! Artık otur bütün Otherslarla dama oyna..!" =)))
diyerek Lock karakterine olan kızgınlığını şirin bir üslupla veriyor, verebiliyor... Ayrıca bu iki arkadaşın ortak bir özelliği var ki -bloglarındaki hatunlara bir göz atarsanız anlarsınız- güzellik anlayışları hayranlık uyandırıcı. :D

Ben nefes almak istediğim zamanlarda teneffüslerimi, üçü bir aradalarımdan -öncelikli tercihim vanilyalı- herhangi biriyle birlikte genelde yukarıda bahsettiğim ulu orta yazanların bloglarında yapıyorum. Bazı geceler gülerken -blog okuma işlerini genelde dinginlik, tek başınalık ve sessizlik adına geceleri yapıyorum- çocukları uyandıracak olmaktan korkuyorum. Çok keyifli yazılar oluyor bu tarz bloglarda...
Kemal'in, blogunda site tanıtımlarına da yer verdiğinden bahsetmiştim. Bana maille blogumu incelediğini, yazılarımı beğendiğini ve onun tabiriyle özgün ötesi bulduğunu, izin verirsem tanıtım yapmak istediğini, sonuna da sorulara cevap verme nezaketi gösterdiğim takdirde bir e-söyleşi eklemek istediğini bildirmiş. Seve seve kabul ettim.

Her sektörde olduğu gibi blog dünyasında da tanıtım çok önemli tabii ki...
Reklamın iyisi-kötüsü olmaz misali ben de devamını merak edenlere buradan REK-LAM-LAR diyorum. İyisine-kötüsüne siz karar verin artık... ;)

Sevgilerimle...

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Ne Me Quitte Pas


Blogumu takip edenler Fransızca şarkılara olan tutkumu bilirler. Fransızcanın romantik bir dil olması şarkılara da olumlu bir etki yapıyor. Bu düşünce benim gibi iflah olmaz romantikler için geçerli olabilir tabii... En hareketli hatta rock soundlu parçalarda bile sözle olmasa müzikle, müzikle olmasa sözle yüreğimin cıva gibi dağılmasına neden olabilen kısımlar illa ki çıkıyor. Sonra topla toplayabilirsen...

Beni etkileyen her şarkıya bağlanıyorum bir şekilde, her daim dinlemek istiyorum. Dinleyemediğim zamanlarda beynimde çaldığını fark ediyorum. Domates seçerken ne şehrin gürültüsü, ne yanıbaşımdaki insanlar, ne hava durumu, ne akşam, ne gündüz... Bugünlerde Edith Piaf ağlıyor içimde... "Beni terketme, beni terketme, beni terketme........." diyerek... O ağlıyor, benim yürek cıva gibi dağılıyor. Hani utanmasam, elimde seçtiğim domatesler, oturup bir köşeye, torbadan yuvarlanmalarına aldırmaksızın ben de ağlayacağım. 

Bu şarkı Fransız şarkıcıların kariyeri açısından büyük risk taşıyan bir şarkıymış. Basit sözlere bütün ruhunu katarak büyük anlamlar yüklemeyi başarmak kanımca zor olsa gerek. 

Esasen Fransızların ünlü şarkıcılarından Jacques Brel'in şarkısıdır bu ama önce bir Edith Piaf hayranı olarak sonra da bir kadının ağlayarak, bir aşkın içinde hiç telaffuz edilmemesi gereken cümleleri zorlukla bir araya getirerek, erkeğine yalvarması beni kahrettiği için ve ben de şarkılarda kahrolmayı sevdiğim için sürekli Edith Piaf'tan dinliyorum. Her ne kadar daha sonra yürek boşluklarımdan sızıp, mideme otursa da... "Acaba ben acı çekmeyi mi seviyorum?" diye ciddi şekilde düşündüğüm zamanlar oluyor.

Şarkılarla, şişe şişe kırmızı şaraplarla kahrolsam, için için erisem, üzülsem, yanıbaşımda küçük bir tepe oluşturmuş kağıt mendillerle salya-sümük ağlasam, sürekli nerede, kimlerle, neler yaptığını düşünsem, senaryolar kursam... Kısaca aşk acısı çeksem... =)
Edith Piaf gibi,

Terketme beni
Artık ağlamayacağım
Artık konuşmayacağım
Şurada saklanıp
Sana bakacağım
Danseder ve gülümserken
Ve seni dinleyeceğim
Şarkı söylerken ve sonra gülerken
Gölgenin gölgesi olayım
Elinin gölgesi olayım
Köpeğinin gölgesi olayım
Terketme beni
Terketme beni
Terketme beni
Terketme beni

diye ağlasam o kapıdan çıkıp giderken...















Jacques Brel bu şarkıyı, köpeğinin gölgesi olmak isteyecek kadar deli gibi aşık olduğu Polinezya'lı bir kadına yazmış. Şarkıya rağmen kadın geri dönmemiş. 

Ben bu şarkıya ömrümü verirdim. 

Jacques Brel'e eşlik eden piyano tınıları muhteşem, Edith Piaf'ın da ağladı ağlayacak sesi... Sonuçta ikisinde de ciğerinizde sigara söndürülmüş gibi hissediyorsunuz...



Ne Me Quitte Pas by Jacques Brel on Grooveshark

11 Temmuz 2008 Cuma

Yaşasın Kötülük!!!

Sabırsızız... Milletçe sabırsızız. Nereye gitsem, nerede yaşasam durum aynı, hiç değişmiyor.

Ben de sabırsızım ama sabırsızlığım sadece kendime zarar verecek ölçülerde... Kafama koyduğumu bir an önce gerçekleştirmekte sabırsızım ben, aldığım bir ürünün hatalı çıkması durumunda onu bir an önce gidip değiştirmekte sabırsızım... Terminal, hava alanı, istasyon gibi yerlerde beklenene sarılmaya sabırsızım... Midemden gurultular yükselirken kokusunu duyduğum ve hala pişmemiş yemek, güneşin altında gezerken ve dilim damağıma yapışmışken, kimbilir nerede karşıma çıkacak bir büfeden alacağım bir şişe su bile tahammül sınırlarım içindedir; gelecek olanı beklemek ise asla! Bu yüzdendir ki randevularıma hep en az onbeş dakika önce giderim ve sonra ikide bir saatime bakarak, kapıyı-camı gözetleyerek gergin dakikalar geçiririm. Sokak ortasında değilsem, mutlaka çıkarken çantama attığım kitabımı okuyarak oyalanmaya çalışırım.

Çok beğendiğim birşeyi -sonra aklı hep diğerlerinde kalan ve onu aldığına pişman olan- hemen pamuklara sarıp sarmalayıp, bir an önce evime sokmakta sabırsızım... Yeni aldığım kıyafetimi veya ayakkabımı bir an önce giymeye sabırsızım... Ben öyle bayram-seyran, özel gün bekleyemeyen bir insanım. Küçükken annem en çok bu huyuma kızardı; "herşeyini eskitiyorsun!" diyerek. Kaldırıp bir köşeye koyduğumuz, sakladığımız ve kullanmak için özel günlerini beklediğimiz bütün o şeyler belki de artık sadece arkamızda kalanları bakıp bakıp ağlatacak, "bir kere bile kullanamadı..." diyerek daha da hıçkırıklara boğacak ve çekmecelerden birinin en dibine itilip, arada çıkarılıp çıkarılıp bakılacak bir anıdan öteye geçemeyecek... Ya da kimbilir kime verilerek, alınacak duası ile yürekler hafifletilecek... 

Sabahları çaya sabırsızım. Sanırım Gobi Çölü'nde bile uyansam bir fincan sıcak çayın yerine başka bir içecek koyamam. Tam teşekkül hazırlandıktan sonra bir an önce evden çıkmaya sabırsızım zira hazırlanmış bir şekilde evde bir dakika daha beklemeye tahammülüm yok. Hatta düğün törenimde bile gelin odasında daha fazla duramayıp -ki on dakika falan olmuştu sanırım- eteklerimi toplayarak bir an önce çıkmaya yeltenmişken son anda durdurulmuştum. =) Sokaktan eve dönünce daha antreye adım attığım vakit, bir an önce soyunmaya sabırsızım ki bu yüzden odama girene kadar yarı soyunmuş bir hale geliyorum. Dışarıda gezdiğim kıyafetlerle evin içinde beş dakika durmaya tahammülüm yok. Bu yüzdendir ki gittiğim ev gezmelerinde de bir an önce kalkmaya sabırsızlanıyorum. Evdeki özgürlüğümü seviyorum...

"Milletçe sabırsızız" derken, aslında anlatmak istediğim başka bir konuydu ama nasıl oldu bilmiyorum ortaya benim sabırsızlıklarım çıktı. =)

Geçen günlerden birinde alışveriş yapmak için gittiğim markette bir araba dolusu alışveriş yaptıktan sonra kasanın önündeki kuyruğa girdim. Epey uzun bir kuyruktu ve kuyruğun en sonundaki kişi bendim. Beklerken önce -belli ki flört eden- bir çift arkama geçti; ikisinin elinde de birer cips paketi... Benim alışveriş arabamın tepeleme dolu manzarası da hiç gözlerini korkutmuş gibi değil; birbirleriyle şakalaşarak, gülerek, biraz sonra cipslerini yerken kiraladıkları filmi izleyeceklerinden bahsederek beklemeye niyetliler. Ben bu durumda, elimdeki cipsleri bırakıp çıkar gider, başka bir yerden alırdım. Ah aşk işte...
"Beni beklemeyin siz, öne geçin." diyerek sıramı onlara verdim. Büyük bir sevinçle teşekkür ettiler. Sonra bir baktım arkamda yaşlı bir teyze, elinde bir şişe sıvıyağ ve bir kutu kesme şeker... Belli ki sevgililere yaptığım jestten haberdar, güya kendi kendine konuşmakta;
"Tüh çok da kalabalıkmış, torun da gelecekti... Şimdi kapıda kalacak kızan..."
"Buyrun siz de geçin, benim de çocuklarım pardon kızanlarım evde yalnız ama olsun." =))
Ben gene bir geriye...
Artık derin derin nefesler alıp verirken mi, evdeki kızanlarımı merak ederken mi, kasa önünde kaç değişik sakız markası var saymaya başlamışken mi, kendi iç dünyama çekilmişken mi bilemiyorum bir sesle irkildim. Bir bayan park ettiği ya da edemediği mi demeliyim yol ortasında kalmış arabasını ve arkasında sürekli korna çalan diğer arabaları bana göstererek, bu sefer dolaylı değil direkt bir şekilde sıramı ona verip veremeyeceğimi soruyordu.
"Peki..." dedim çaresizce... Akşama kadar kasadaki kişiyle müşerref olamayacağımı düşünürken sıra bana geldi. İnanamıyordum. Parayı verdim, üstünü beklerken de vakit kaybetmemek ve sıradaki diğer insanları mağdur etmemek için o dağ gibi yığını torbalara yerleştirmeye başladım.
Kasiyer, "hanımefendi bir  liranız var mı?" diye sorunca, "olması lazım, bir saniye..."diyerek çantamdan bozuk para cüzdanımı çıkarıyordum ki sıranın kendisine gelmesini sadece üç-dört dakikadır bekleyen bayan,
"Aaa böyle olmuyor ama, ne kadar uyuşuksunuz, bırakın çantanızı, bir an önce şunları doldurun artık! Kaç saattir ağaç olduk burda!" demez mi?

Diyorum ya, benim sabırsızlığım sadece kendime zarar veriyor diye; demek ki sonsuz sabrım da sadece kendime zarar veriyormuş.

Marketten nihayet çıkabildiğimde başlamış olan yağmura mı, yarım saatimin sadece başkalarına iyilik yaparak geçmesine mi, yaptığım iyiliklerin sonucunda böyle bir durumla karşılaşıp, çocuk gibi azarlandığıma mı, çocukları merak eden yüreğimin kuş gibi çırpınmasına mı neye ağladığımı bilemeden eve gelene kadar hatta aldıklarımı yerleştirirken bile ağlamaya devam ettim. Ne zamandır kinder yumurtamın içinden çıkmasını beklediğim oyuncağı görmek ve parçalarını bir araya getirerek kırmızı bir Mini Cooper'a sahip olmak bile mutlu etmedi beni...

Artık kimseye markette sıra, dolmuşta yer vermek yok!!!
YAŞASIN KÖTÜLÜK!!!

Yonca Evcimik - yasasin kotuluk by wWw.MiD.aZ on Grooveshark
Tersini söylersek belki de olur yüzü,
Biz dağıtmazsak dağıtacaklar sürümüzü
Dizildik sıra sıra, uygun adım bölük bölük
Sıkıldık iyilikten yaşasın kötülük!!!

4 Temmuz 2008 Cuma

Arda Durumları


- Uygun olmayan yer ve zaman dilimlerinde bir konuyu çok uzatıp, gereksiz detaylar istediği zaman ben, "Bu konuyu şimdilik kapatabilir miyiz bebeğim?" diye her sorduğumda, ellerini iki yana açarak ve omuzlarını silkerek her defasında bana: "Tamaaam kapatalım ama nerden kapanıyoduu?" =) sorusunu yönelttiğinde...

- Ben evin içinde seksi kıyafetlerle gezerken göz ucuyla çaktırmadan epey bir zaman izledikten sonra yavaşça yanıma yaklaşarak, "Sen neden böyle giyindin anne?" diye sorduğunda ve ben, "Çünkü kadınlar zaman zaman böyle giyinmek isterler ve babalar da anneleri zaman zaman (zaman zaman mı?(!) böyle görmekten çok hoşlanırlar..." diye cevap verdiğim zaman yüzünde muzip bir gülümsemeyle parmağını yüzüme, kafasını da yanlara doğru sallayarak, "Yaramasss kızzz seniiiiiiii......" dediğinde...

-
Balık yemek için dışarı çıktığımızda, ben elimdeki menüden her defasında ona tek tek balık çeşitlerini sayarken ve o da her defasında her birine kafa salladıktan sonra işaret parmağını kaldırıp, "ben biiiiiiiir köpekbalığı yemek istiyorum!" dediğinde...

-
"Huuu komşu komşu oğlun geldi mi? tekerlemesini söyleyelim mi anne?" diye yanıma gelip, tekerlemeyi söylemeye başladığımızda hep aynı yerde takılıp, "kara kedi nerede?" sorusuna gözlerini yuvalarında bir-iki kez çevirdikten sonra bulduğuna inanılmaz mutlu, "balta kesti!" diye cevap verdiğinde ve balta da ağaca çıktığında...

-
Pc.nin ancak yemek zamanlarında kesinlikle boş kaldığını keşfedip, hep beraber yemeğimizi yerken birden, "çok tuvaletim geldi ama siz gelmeyin, bitince ben gelcem tamam mı, tamam mı?" sözleriyle sofrayı terk ettiği zamanlarda her defasında onu tuvalette değil de pc başında, o anda msn'de online olan seçilmiş (şanssız) insana "jghıfıgnjgkghnghkfj..." türü mesajlar gönderirken yakaladığımızda...

-
Tersinden tuttuğu bir dergiyi okuma triplerine girdiğinde (kaşlarını çatarak ve kafasını sağa-sola oynatarak) biz eşimle muhabbet ederken, " lütfen susun, başımı karıştırıyosunuz!" dediğinde...

-
Gün içinde birinci limonlu dondurmasını yedikten sonra, "ama ben aslında çilekli yemek istiyoduuum, limonlular hep hasta eder beni, çilekliler iyileştirir..." diyerek ikinci dondurmayı aldırmanın yollarına gittiğinde...

- Çeşitli yerlerdeki misafirliklerimizde, "kola içer misin?" diye sorduklarında kafasını sallayarak, "hayıııır kola içmem çünkü içerken o benim yüzüme tükürüyo, ben karışık meyve suyu içerim, o yaramaz değil..." dediğinde... (ve daha aklıma gelmeyen yüzlercesinde...)

Bizim halimiz:







1 Temmuz 2008 Salı

Yeni Bir Ben

Son bir aydır satın aldığım yazlık kıyafet ve ayakkabıların yanında, kendime yeni bir de "ben" lazım diyerek Pazar günümün yarısını kuaförde, çikolata kahve saçlarımın kızıla dönüşmesini izleyerek geçirdim. Önce çift yansımalı nar kızılına boyanan saçlarım, arkasından üstüne atılan bakır tonlarındaki balyajlarla ışıl ışıl oldu.

Kuaföre gidip, o koltuğa her oturuşumda tedirginlik, şüphe, merak da beni itekleyerek, yavaş yavaş  sıkışır yanıma... Bu sefer de öyle oldu ve ilk defa kullanacağım bir rengi seçmem de bu duyguların daha çok yer kaplamasına neden oldu...

Ben kalabalık bir şekilde oturup, yapılanlara fazla da müdahale etmemeye çalışarak -ki kendimi profesyonel ellere teslim ettim- artık ortaya çıkacak yeni bir bene hazırlarken kendimi, aynadan da diğer müşterileri izlemeye başladım. Heyecanla boya kataloglarından renk seçenler, model arayanlar, kesim tarif edenler, yüz şekline ve cilt rengine bakmaksızın, sanki saçları değişince yüzlerinin de değişeceğini sanıp, kapıdan Adriana Lima, Angelina Jolie gibi çıkacağını düşünerek, "illa da bu olsun!" diye tutturanlar, nasıl, neden olamayacağını anlatmaya çalışan bezgin elemanlar... Bir telaş, bir koşturmaca, bir trafik, bir gürültü... Başım döndü.
Haa bir de hiç sorulmadan özel hayatlarını, sorunlarını anlatanlar var ki bu tip insanlara hiç tahammülüm yok. Bu bende, birisi çay bardağına, yemek tabağına sigara söndürmüş gibi bir zevksizlik duygusu yaratır. Yan koltukta oturan bayan, fön makinesinin sesinden olsa gerek o kadar çok bağırarak konuşuyordu ki neredeyse tüm hayat hikayesini boyam bitene kadar öğrenmiş oldum.
Bu arada ben saçlarımın kontrolünü eline alan -aynı zamanda kuaför salonunun sahibi- bayanın yatıştırıcı ve inandırıcı ses tonu sayesinde epey rahatlamıştım. Konuşmaları ölçülü, tavırları zarifti. Saçlarıma da öyle nazik davranıyordu ki bir ara saçlarımın yüzde yüz ipekten oluştuğunu falan düşünmeye başladım.
Boya sürüldükten sonraki bekleme evresini değerlendirmek için, "olmuşken tam olsun!" diyerek manikür ve pedikür de yaptırmaya karar verdim. Pedikürde her zaman olduğu gibi, ayağımı bir başkasının herşeyden çok bir yabancının kucağına uzatıyor olmam -ki karşımdakinin işi bu- ayıbıma gittiğinden diğer insanların aksine çok rahatsız dakikalar geçirdim ve bittiğinde derinden bir oh çektim.

Nedense kuaförde saat at gibi koşarak ilerliyor ve ben kendimi sürekli aynadan saati takip ederken yakalıyorum. Acaba eşim beni beklerken sıkıldı mı, çocukları oyalayabildi mi, yemeklerini yedirebildi mi, yoksa uyuyup kaldı da çocuklar evi birbirine mi kattı vs.vs... Yüzlerce kurt beynimi kemirip duruyor ve ben sadece kendi iç dünyama dalmış bir kadın olarak etrafımdaki insanların gereksiz konuşmalarına sadece şaşırıyorum. Onlar anlatıyor, ben yoruluyorum. Bir an önce makinelerin gürültüsüne karışan insan seslerinden, kimyasal kokulardan kurtulup kendimi eve, serin yatağıma atmak için sabırsızlanıyorum.

Ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o süreç sonunda bitiyor. Saçlarım yıkanıyor, kurutuluyor ve ardından fönlenerek son şekli de verildikten sonra yeni bir ben aynadaki kızıl görüntüsünden oldukça memnun, bir sürü hayranlıkla karışık kıskanç bakışlar altında kapıdan çıkıp, sıcak bir akşamüstüne süzülüyor..