24 Şubat 2008 Pazar

14/02/2000

Bu cumartesi benim için çok yorucu ve bir o kadar da güzel geçti. Büyük oğlum Berkay’ın doğum gününü kutladık. Sınıf arkadaşları, dostlarımız, yakınlarımız... Ev şen-şakraktı...

Aslında oğlum 14 Şubat Sevgililer Gününde dünyaya geldi. Hiç beklemediğimiz bir anda, bize sormadan, çat kapı, o günün en güzel, en anlamlı ve en büyük sürprizini yaptı.

Burdur’daydık… Eşim nedense her bir badireye denk gelen günlerde olduğu gibi o gün de nöbetçiydi. Evi su basar, çocuklar hastalanır, sular donar, musluk bozulur, ana sigorta yanar eşim hep nöbetçidir ya da şehir dışında herhangi bir eğitimde… Sırf bu kadersizlik yüzünden olsa gerek daha aylar öncesinden “bebeğimi sezaryenle dünyaya getireceğim, senin de nöbetçi olmadığın günlerden birine denk getireceğim!” diye tutturmaya başladım. Eşimin bütün, “yaa sırf bu yüzden sezaryene karar verilir mi, deli misin sen, mantıklı ol, izin alır gelirim…” türünden yalvarmalarına rağmen Nuh dedim peygamber demedim. Ya yetişemezse, ya o gelene kadar doğurursam, ya benim elimi tutamazsa, doğumhanenin kapısında alnıma bir cesaret öpücüğü konduramazsa diye kendimi yedim bitirdim. Doğumdan önceki son doktor kontrollerimden birinde de hep birlikte güzel bir tarih saptadık. O zaman benim için bütün güzel tarihler eşimin nöbetçi olmadığı tarihlerdi… Apar topar annemle kardeşimi de getirttim ben, ne olur ne olmaz, son dakika çuvallamayalım diye… Doğumdan 15-20 gün önce bendeydiler…

Ben evin içinde her dakika o tamam mı, bunu da aldık mı, şu da hazır mı, ütülenmeyen bir şey kaldı mı diye panik bir vaziyette gezerken, annem de benim erken doğurmamdan ödü patlayarak arkamda dolaşıyordu; ki 13 şubatı 14 şubata bağlayan sancılandığım gecenin akşamı, bir gün öncesinde silinen halıyı beğenmeyerek “bir kez de ben sileyim” olayına girdim. Bu konulardaki inadımı bile annem de sabah aşırı derecede canımın çektiği domatesli bulgur pilavını yapmak üzere mutfağa yollandı...

Halı parladı, pilav afiyetle mideye indirildi.  :)

Gece kasıklarımdan yukarı doğru çıkan kesik kesik sancılarla uyandım. Sancılar sanki karnımdan da yukarı, mideme kadar çıkıyordu. Öyle kuvvetliydiler ki, gözlerimden sicim gibi yaşlar iniyordu. Bana en yakın odada yatan kardeşimi dürttüm, “kalk annemi uyandır, çok kötü midem ağrıyor” diye… Apar topar yatağından kalkıp gelen annem, yarı açık, uykulu gözleriyle, “e be kızım, ben sana demedim mi bir tabak yeter, fazlası dokunur, bulgur bu…” diye söylene söylene bir yandan da çaktırmadan doktorumun telefon numarasını aramaya koyulmuştu. :)

-Turgay bey, Müjgan ben… Benim çok kötü midem ağrıyor, dayanamıyorum.

-Müjgan hanım, mide ağrısı mı, doğum sancısı mı, tam olarak nerede ve nasıl tarif edebilir misiniz?

-Bilmiyorum, ağrı da olabilir, sancı da… Aslında her ikisi… Galiba midemde ama karnımdan oraya çıkıyor sanki…


-Size önerdiğim mide haplarından bir tane alın, geçmezse bana geri dönün olur mu?

Alıyorum, yatıyorum… Gözlerim sımsıkı kapalı… Ha geçti, ha geçecek bekliyorum. Hayır geçmiyor. Geri dönüyorum.

-Turgay bey, şeyyy ben rüyalarınızı bölüyorum ama benim ağrı mı, sancı mı; mide mi, karın mı bilemediğim bütün o şeyler geçmiyor...


-Tamam Müjgan Hanım, tamam. (Gülüyor) Hemen gelin, bekliyorum.

Kardeşim telaşla telefona sarılıyor, hemen eşimin adını söylüyor, “çabuk bağlayın, galiba eşi doğuracak!”

Kendimizi karlı, buzlu yollara atıyoruz. Kabus gibi durakta taksi yok, yoldan da geçmiyor, ben iyice artan sancılarımla kaldırıma seriliyorum. Annem yan bloğun en üstteki ziline basıp duruyor. Bereket en üstte oturanları tanıyorum. Yüksel Bey eşofmanlarıyla aşağı iniyor, beni kaldırımdan kaldırıp arabaya sokuyor ve doktorumun muayenehanesine gidiyoruz.

Turgay bey, yan dairesinden çıkmış, muayenehanesinin kapısını açmaya çalışıyor. İlk düşündüğüm şey; hastasına olan saygısı… Sabahın dördünde evinden pijamalı veya eşofmanlı olarak değil, takım elbiseli, kravat takmış olarak çıkıyor. Ben yarım yamalak, sancılardan bitap, “zahmet etmeseydiniz...” gibi bir şeyler geveliyorum. Ultrasona giriyorum,
“ E Müjgan hanım bebek doğum kanalına girmiş, sizin mideniz ağrımıyor, doğum sancılarınız başlamış!” diyor.
“Nasıl yani…?” oluyorum. Daha önce hiç doğum yapmadım ki mide mi, karın mı, doğum sancısı mı ayırt edeyim… Ayrıca daha doğuma bir haftadan fazla zaman var.

Apar topar hastaneye geçiş yapıyoruz. Hüngür hüngür ağlıyorum, "kocamı istiyorum, elini tutmak istiyorum, günler öncesinden hazırladığımız hastane valizimi istiyorum,
“Şerbet kaynatıp onu da getirecektik hastaneye, üstünde 'HOŞGELDİN MELEĞİM!' yazan pasta yaptıracaktık, doğumdan sonra şerbetle birlikte dağıtacaktık, ben saçlarıma fön çektirecektim, manikür-pedikür yaptıracaktım…” diye zırlıyorum.
“Siz böyle de çok güzelsiniz ama yıpratmayın kendinizi, rahatlayın, sonra bebeğiniz de stresli doğar…” diyor hemşirelerden biri…
“Hayır, ben kocamı istiyorum! Hatta en çok onu istiyorum! Alnımdan öpecekti, elimi tutacaktı, cesaret verecekti…......”

Kimse beni kaile almıyor, onlar habire kendi aralarında konuşuyorlar, sürekli yağan emir cümleleri duyuyorum, tepemde canavar gözleri gibi spot lambaları, yeşilin en sevmediğim tonu, bir makinede kalp atışlarımın sesine karışan soğuk metal sesleri… Burnumda lizol kokusu…

Odamda gözlerimi açıp kendime geldiğimde karşımda ilk kocamı görüyorum. Yüzünde kocaman bir gülümseme, apaydınlık... Kucağıma mis kokulu, bembeyaz, topak topak bir şey uzatıyor,
"Sevgililer Günün kutlu olsun aşkım!” diyor.

Gözlerimden iki sıra halinde inciler iniyor. İkisine de sımsıkı sarılıyorum. Bu zamana kadar Sevgililer Gününde hem alıp hem de verdiğim en güzel, en anlamlı, en değerli, en canlı hediye…

Evimize dönerken taksi şoförü, “Bir Mehmetçik daha geldi dünyaya ha…?” diyor…

Hiç yorum yok: