Yeryüzünden çoktan silinip gitmiş fakat anılarda ve düşlerde hala sapasağlam, hala sıcacık ve taze duran o kadar çok şey var ki... O kadar çok insan...
Gözümün önünde patlayan kareler... Tonlarını, iniş-çıkışlarını hala hatırlayabildiğim fakat artık duyamadığım sesler... En ince ayrıntısına kadar anımsadığım fakat artık göremediğim yüzler...
Akşamüstü... Yıkanmış beton kokusu... Güneşin ulaşamadığı yerleri yol yol ıslak kalmış, deliklerine su dolmuş ve üzerinde gezen kocaman karıncalarıyla dedemlerin evinin önündeki beton kaldırım... Öğle uykusundan çıkma küçük çocuklar...
Her yaz tatilinde babam, üçümüzü (annem, kardeşim ve ben) Eskişehir' e, anneannemlere gitmek üzere Haydarpaşa' dan bir trene bindirirdi. O zaman öyle hızlı trenler falan yok. Genellikle Mavi Tren'e ya da Boğaziçi'ne binerdik. Ben daha garın kapısından girer girmez psikolojik olarak öğürmeye başlardım. Evde içirilen bulantı haplarının da hiçbir faydası olmazdı çünkü içer içmez onları da geri çıkarırdım. Sırf bu yüzden yolculukları hiç sevmedim, sevemedim... Herkes bir camdan hızla geçen o güzelim manzaralara; göllere, derelere, ormanlara bakarken ben kafamı siyah bir poşetin içine gömer, yolculuk bitene kadar da hiç çıkaramazdım. Gözlerimden yaşlar gelene kadar, artık midemin acısından kıvranana kadar öğürürdüm. Arada nefes almak için kafamı kaldırdığımda camın arkasında uçan kuşları görür, o an bir çift kanat takmış olmaktan başka bir şey dilemezdim.
Anneannem ve dedemin evleri iki katlıydı. O sokağın en güzel eviydi. Arkasında tulumbalı, zerdali ağaçlı ve sedirli küçük bir avlusu vardı. Bir tarafında ekilmiş domatesler, biberler, nane ve maydanozlar... Anneannemin sardunyaları, begonyaları, menekşeleri... Ayrıca bu avlunun içinde anneannemin genelde hamur işlerini yaptığı, yufkalar açtığı, ekmekler pişirdiği kuzineli bir de mutfak vardı. Anneannem ahşap un teknesinin önünde kan ter içinde hamur yoğururken, dedem de _tıpkı Heidi' nin dedesine benzerdi_ çatık kaşları fakat titrek ve sevgi dolu kalbiyle, kocaman elinde her zaman keskin, kocaman bıçağı bize karpuz keserdi.
Dedem, genelde akşam namazına kadar her zaman serin olan o avluda, o zerdali ağacının altındaki sedirde öğle uykularına yatardı. Ben de ayak ucunda, o zaman bana sanki sadece orada varmış, orada ötüyormuş gibi gelen guguk kuşlarının seslerini dinlerken, elimde tatil kitaplarımdan biri oturduğum yerde uyuyakalırdım. Şimdi ne zaman uyku tutmasa, huzurum kaçsa aklıma o avluyu, içindeki sardunyaları, tahta sediri ve guguk kuşlarının sesini getirmeye çalışırım. Guguk kuşu ve öğle uykusu... Bu ikisi bende daima birbirini çağrıştırır.
Dedem o sokakta ve mahallede sözü dinlenir, güvenilir, her konuda fikri alınan ve saygı duyulan; bir çocuk doğduğunda ismini koyması, bir kız gelin olup evden çıkarken duasını yapması için çağrılan tek isimdi. Camiden dönerken bütün çocukların etrafını saracak kadar da eli açık, sevimli...
Biz, İstanbul' un apartman hayatından çıkma, sokakta oynanan oyunlara yabancı, sadece camdan vızır vızır geçen arabaları seyretmeye (en çok oynadığımız oyun, geçecek olan arabanın rengini tahmin etme oyunuydu) ve guguk kuşlarının sesini ayırt edemeyecek kadar kalabalıklara, gürültüye alışkın çocuklar olarak gittiğimiz ilk bir iki hafta, bu sefer o ortama alışma çabası içine girerdik. İp atlayan, lastik toplarını bacaklarının arasından geçire geçire ve bunu bir tekerleme eşliğinde zıplatan, hulohop dedikleri kocaman çemberleri bellerinde, kafalarında döndüren kızlar... Gazoz kapaklarıyla, misketlerle, içinde bozuk parayı bir top gibi ilerlettikleri çivili tahtalarla oynayan erkekler...
Ben, camın gerisinde kendimi göstermeden onları izlerdim. Gizlenirdim çünkü ne ip atlamayı, ne lastik topu öyle zıplatmayı ne de o çemberi belimde, kafamda döndürmeyi bilirdim. İçim giderdi ama çıkıp öğrenecek cesaretim de yoktu. Çünkü onlara göre böyle şeyleri ancak ve ancak uzaylılar bilemezdi. Zaten akşamüstü, kapının önünde dedemin camiden dönmesini beklerken de bana uzaylıymışım gibi bakarlardı. Onların ayaklarında lastik, rengarenk terlikler... Benim ayağımda kırmızı, eğilince üstünde kendimi gördüğüm ayna gibi pırıl pırıl, kırmızı rugan ayakkabılarım... Onların bacaklarında pijama altları, uzun etekler, eşofmanlar... Benim bacaklarımda diz üstü, etrafımda döndürmekten çok zevk aldığım, fırfırlı, kırmızı kelebekli eteğim... Çoğu kısacık, erkek gibi kesilmiş ya da örgülü, iki yanda toplanmış saçlar... Benim ense kısmı oyulmuş, Sezen modeli, kahküllü küt saçlarım... Onların ne düşündüğünü, akıllarından neler geçirdiklerini bilmezdim ama ben deli gibi kıskanırdım onları... İlk çarşıya çıktığımızda annemin, "hiç olmazsa spor ayakkabı alalım, oynarken de giyersin, terlik ayağından çıkar, rahat edemezsin" sözlerine kulak asmadan, ağlaya yakara o renkli terliklerden aldırmıştım ama sadece avluda, yine yeni aldırdığım topumla cebelleşirken giyerdim. Tıpkı camdan izlediğim gibi, onlar nasıl yapıyorlarsa, nerde ne diyorlarsa aynen öyle... Bir bir hafızamdakileri döküp avluda deli gibi çalışırdım. Bir şey öğrenmedeki hırsım ve inadım zamanla bana o topu nasıl zıplatmam gerektiğini de, nasıl bacaklarımın arasından geçireceğimi de, ip atlamayı da öğretti. Aralarına kabulüm de işte böyle oldu. Kılığımla, kıyafetimle, davranışlarımla artık ben de onlardan biriydim.
Akşamüstü, evin önündeki beton daha soğumamışken minderini, kilimini, taburesini alan evlerinin önüne çıkardı. İlk başlarda biz bu durumu çok yadırgasak da sonraları biz de çıkmaya başlamıştık. Koca tatil bir camın arkasından ne kadar geçebilirdi ki? Sokağın köşesindeki bakkal Mustafa' dan _onlar Mıstık Bakkal diyorlardı_ kolalı şekerler alınır, büyük bir iştahla yalanırken "talkan" adı verilen leblebi tozunu satan Orhan'ın, eliyle çevirerek yürüttüğü tekerlekli sandalyesiyle sokağa gireceği saat heyecanla beklenirdi. Onları alıp yerdik yemesine de, dedem diğer çocuklar gibi elimizde ekmekle sokağa çıkmamıza izin vermezdi. Herkes akşamüstü ellerinde, _kimininki yağlı, kimininki salçalı, kimininki şekerli yoğurtlu_ ekmekleriyle dışarı çıkardı ve biz kardeşimle her konuda onlara uyum sağlamaya başlamışken, bu konuda kesin kurallarla ayrılırdık.
Geceleri saklambaç ya da ortada sıçan oynardık. Anne ve babalar da kapı önlerinde oturuyor olurdu. Onlar içeri girdiğinde ve artık sadece televizyonun o büyülü mavi ışığı sokağa yansırken biz hala oynamaya devam ederdik. En sevdiğim şey, karanlıkta saklambaç oynarken güya saklandığımız duvar diplerinde, ev girişlerinde artık kiminle saklandıysam oturup muhabbete dalarak oyunu unutmaktı. Böyle anlarda herkeste mi yoksa sadece bende mi oluyordu bilmiyorum ama benim hep çişim gelirdi. Mecburen çıkardık ortaya.
Dedem yatsıdan dönmüş, bizi arıyor olurdu. " Ah sizi gidi gidi yaramazlar, hadi eve artık." Eve girilir, tulumbada eller, ayaklar, yüzler yıkanır ve yatmak için yukarı çıkılırdı. Biz hep üst katta yatardık. Anneannemin değerli porselenlerini sakladığı cam büfeli, çok genç yaşta veremden kaybettikleri dayımın artık sadece sararmış bir fotoğraftan ibaret olan yüzünün, uykuya dalana kadar duvarın bir köşesinden bana baktığı, kurutulmuş nane ve naftalin kokulu oda...
O eve artık büyümüş, genç bir kadın olarak en son gittiğimde ise çok şey değişmişti. Artık o avluda, "pek kırılgan, pek acemi" bir kız çocuğu yerine benim oğlum oynarken, biz dedemle oturmuş, anneannemden arda kalan şimdi sardunyasız saksılara, kuzinesi sönmüş mutfağa, domatessiz, bibersiz toprağa, toplanıp bir köşeye kaldırılmış sedire bakarken içim burkulmuştu.
"Hadi artık içeri girelim dede, üşüyeceksin..." demiştim gözümün önündekilere daha fazla dayanamayarak...
Bir zamanlar buruşuk ama pamuk gibi bembeyaz, yumuşacık cildi artık kanserden tanınmayacak halde olan, anneannemin ardından kolu kanadı kırılmış kuşlar gibi boynu bükük ve yapayalnız kalan dedemin koluna girmiş, beraberce merdivenlerden artık sardunya, nane, yeni pişmiş ekmek yerine hastalığın ve yaklaşmakta olan ölümün kokusunu saran eve girmiştik.
Bir an koridorda, artık çok uzaklarda kalan çocukluğumuzun duvarlarda çınlayan sesini duymuştum. Artık ne çocukluk vardı ne de durmadan bizi uyaran anneannem...
Artık sokakta da kimseler yoktu... Ne oynayan çocuklar, ne kapı önlerinde oturan kadınlar... Ne köşedeki Mıstık bakkal kalmıştı, ne de talkan satan Orhan... Herkesin camı, kapısı sıkı sıkıya örtülmüş, perdeler sonuna kadar çekilmişti. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Sanki ölümün ve yalnızlığın ıssızlığı bütün sokağı sarmıştı.
Sokağın köşesini döndüğümde, kapısı açık bir evin girişinde teneke kutulara dikilmiş sardunyalar gördüm. Gülümsedim... Hala sardunyalar vardı...
Gördüğüm Son Sardunyalardı ...
1 yorum:
Nedense çok uzaklarda kalan anılarımı tazeledim az önce...Odunpazarı sokaklarında geçen çocukluğum,çok benzer aile yapısı ve Sardunyalara son bakışım...Çok uzun zamandır unuttuğum çocukluğuma geri döndüm.Sahi ne güzelmiş...Ve...Ne kadar acı...
Yorum Gönder