2 Nisan 2008 Çarşamba

Edith Piaf, La Vie En Rose Ve Diğerleri

Hayatı trajedilerle geçmiş, sesiyle devleşen ufak-tefek bir kadın var ki; bu hayranı olduğum ve dinlemekten büyük zevk aldığım Fransızların kaldırım serçesi Edith Piaf'tan başkası değil. İkinci Dünya Savaşı yıllarında kaldırımda şarkı söylerken sesini duyan askerlerin bir an savaşı bırakıp, hayallere dalmalarına sebep olacak kadar büyülü ve muhteşem bir sese sahip olan kaldırım serçesinin bu olaydan sonra üne kavuştuğu yazılır, söylenir. Edith Piaf'ın şarkılarından biri olan, La Vie En Rose adıyla trajik yaşamı sinemaya da aktarılan, 34 numara ayakkabı ve minicik siyah bir elbiseye sığabilen bu kadından çıkan sese inanamazsınız. Benim henüz bu filmi izleme şansım olmadı fakat La Vie En Rose en çok sevdiğim ve sık sık dinlediğim parçalarından biridir.

Lois Armstrong, Zazie, Marlene Dietrich, Ute Lemper, Grace Jones gibi yüzlerce icracısı olan fakat benim Edith Piaf'tan dinlemeyi tercih ettiğim bir şarkıdır. Ve ne zaman bu şarkıyı dinlesem; yağan yağmurla ıslak ve sadece sokak fenerleriyle aydınlatılmış, loş, arnavut kaldırımlı bir sokakta, yakışıklı erkeklerin sekerek ve ıslık çalarak titrek adımlı, güzel kadınların yanında yürümeye çalıştığı, derken buğulu camlı ve bol sigara dumanlı bir bara girdikleri siyah-beyaz bir filmin içinde bulurum kendimi. Sigara dumanlarının arasında, bir piyanonun başında Edith Piaf o acıtan sesiyle La Vie En Rose' u söylemektedir.

Cesaretin Var Mı Aşka? (Jeux d'enfants), Er Ryan'ı Kurtarmak (Saving Private Ryan), Aşkta Herşey Mümkün (Something' s Gotta Give) filmlerinde de dinleme şansı yakaladığımız bu parçanın Türkçe çevirisi şöyle:

Bakışlarımı düşüren gözler,
Dudaklarında kaybolan o gülüş,
İşte su katılmamış portresi ait olduğum adamın...
Kollarına aldığında beni,
Sessizce bir şeyler fısıldadığında,
Ah ne denli pembe görüyorum hayatı...
Aşk sözcükleri söylüyor bana her zamankinden...
Ve bir şeyler oluyor sonra bana...
Giriverdi işte kalbime mutluluğumun ortağı,
Sebebini bildiğim...
"Benimsin sen" dedi, bense onun yaşam boyu...
Söyledi bunu bana, hatta yeminler etti hayatı üstüne...
Ve onu gördüğüm ilk andan bu yana hissediyorum,
Deli gibi çarpan bu yüreği,
Hiç bitmeyen aşk gecelerini,
Yerini bulan yüce bir mutluluk,
Sorunlar, yaslar, evreler...
Mutlu yine de, ölümüne mutlu...
Kollarına aldığında beni,
Sessizce bir şeyler fısıldadığında,
Ah ne denli pembe görüyorum hayatı...
Aşk sözcükleri söylüyor bana her zamankinden...
Ve bir şeyler oluyor sonra bana...
Giriverdi işte kalbime mutluluğumun ortağı,
Sebebini bildiğim...
"Benimsin sen" dedi,bense onun yaşam boyu...
Söyledi bunu bana, hatta hayatı üstüne yeminler etti.
Ve onu gördüğüm ilk andan bu yana hissediyorum,
Deli gibi çarpan bu yüreği...


Her ne kadar iç burkan bir keder ve hüzünle söylense de, çoğu İkinci Dünya Savaşı filmi fragmanlarında karşımıza çıksa da aslında bu şarkı daha çok gül kokuları arasında toz pembe bir hayatı ve o pembelerin ölümüne sevilecek, mutlu olunacak ve "bir ömür boyu" diyerek yola çıkılacak bir sevgiliyle çoğaltılabileceğini, böylece o pembelerin arasında kalan birkaç darbe siyahın da yaşanan güzellikler ve sonsuz aşk yanında artık önemsiz kalacağını anlatır. Bu yüzdendir ki; evlilik törenlerinde giriş ve ilk dans parçası olarak muhteşem gider...

Edith Piaf' ın acıklı ve dokunaklı bir yaşam öyküsü var. Kendi ağzından anlattığı bu öykünün içinde benim en çok etkilendiğim kısım şu:
"….Ayrılışımızdan kısa bir süre sonraydı. O zamanlar dans edilen bir lokalde bir bal musette' de, Pigalle Meydanı' ndaki "Le Tourbillon"da çalışıyordum. Orada her işten birazcık yapıyordum: şarkı söylüyor, bardakları yıkıyor ve ortalığı süpürüyordum. Bir gece P' tit Louis'in (eski eşi) geldiğini söylediler. Rengi sararmıştı ve mırıldanıyordu: "Marcelle (kızımız) ağır hastalandı. Menenjit... Çocuk hastanesinde yatıyor... Ümit kesildi!" 

O dönemde bu tür hastalıkları tedavi etmek çok zordu. Hastaya ponksiyon uygulanır ve dokuz gün beklenirdi. Hasta bu süreyi atlatırsa iyileşirdi. Atlatamazsa... Sekiz gün boyunca bir mucize olması için dua ettim. Dokuzuncu gün, içimi kötü bir his kapladığından Belleville' deki otelden hastaneye kadar yalınayak yürüdüm. Cebimde bir tek sou (kuruş) bile yoktu. Marcelle' in yanına yanaştım. Yaşlı ve güler yüzlü bir hemşire "Kendine geldi! Ateşi de düşmeye başlıyor! Sanırım hastalığı atlattı!" dedi. Usulca küçük kızımın yanına sokuldum. Marcelle, mavi gözlerini sonuna kadar açmış ve beni hastalığa tutulduğundan bu yana ilk defa tanımıştı. "Anne, gel yanıma, beni bırakma!" dedi. Ağlayıp yanağına öpücükler kondurdum.
Sabah beşe kadar yanında kaldım ama daha sonra ayrılmak zorundaydım. Öğleyin P'tit Louis' le birlikte geri döndüm. Mutluydum, çünkü kabusun sona erdiğini sanıyordum. Ama Marcelle ölmüştü... Ne P'tit Louis' de ne de bende küçük bir çelenk almak için para vardı. Suskunca ayrıldık. Ben Place Pigalle' ye geri döndüm. Kahrolmuştum. Bir ara çalıştığım yerde konsomatrislik yapan kadınlardan biri yanıma yaklaştı ve "Kafanı boşuna yorma. Göreceksin, gerekli olan parayı bir şekilde toparlayacağız" dedi. Çocuğumun toprağa verilmesi için gerekli olan para bir yana, cebimde bir bardak su bile alabilecek kadar para yoktu. Ama en az benim kadar fakir olan erkek ve kız arkadaşlarım, ellerinden geldiğince yardım ettiler. Buna rağmen halen on frank eksiğim vardı. Saat sabahın dördüydü. Üzerimde çok büyük duran ve kolu yamalı olan mantomu giyip karanlığın ortasına daldım. Marcelle' i düşünüyordum; şanssızlığımı ve halen eksik olan on frankı.
Kendimi sokaklarda ağır ağır sürüyordum. Birden arkamdan biri "Hey bebek!" diye seslendi. "Benimle biraz eğlenmek için ne istersin?" İri yapılı bir adam alaylı alaylı sırıtıyordu. Beni sokak kızlarıyla karıştırmıştı. Yoksa onu tokatlar ve küfrederdim! Ama ümitsizliğin ve çaresizliğin etrafımı sardığı bu gecede yapamayacağım hiçbir şey yoktu. Bu nedenle daha önce de bahsettiğim bu yabancıya "On frank!" dedim. Beni hemen kolumdan tutup küçük bir otele götürdü. Otel sahibinden odamızın numarasını öğrendikten sonra merdivenleri çıktı. Kendi kendime: "Bu imkansız! Böyle bir şey yapamazsın!" diyordum.Odaya girdikten sonra yabancı önümde durdu ve sırıtarak, "Al, sana on frankı peşin vereyim" dedi. Parayı masanın üzerine koydu. Daha sonra tekrar bana döndü. Ellerini omuzlarıma koyduğunda, bu iri yapılı adamla kendime olan saygımı yitirmeden başa çıkamayacağımı anladım.
Yabancı bana soğuk bir bakış fırlattı. "Daha ne bekliyorsun?" diye sordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya ve ona hikayemi anlatmaya başladım: çocuğumun ölümünü, toprağa verilmesi için gerekli olan eksik on frankı... Bana acıdığını ve gitmeme izin vereceğini anlamıştım. Omuzlarını silkti ve kısık bir sesle, "Git bebeğim!" dedi. "Hayat her zaman insana gülümsemiyor, öyle değil mi?"

İşte, bugüne kadar darda kalanlara en ufak bir karşılık bile beklemeden yardım etmemin asıl nedeni bu adamdır. Peki, bu adam bana bir fahişe gibi davranmış olsaydı... Belki de bugün birçok insanın vücudunu, bir çoğunun da ruhunu son anda kurtaran biri olmayacaktım. Bugün dahi, bana başkalarına yardım etme duygusunu sağlayan bu insana minnettarım. Bana hayatta hiçbir şey, karşılık almadan yardım etme duygusu kadar temiz ve yüce bir mutluluk vermemiştir."
(Kaynak: Hayatım, Edith Piaf, Arion Yayınları)



Öldürmeyen acı sizi daha güçlü ve üretken kılıyor sanırım. İşte Edith Piaf'ın sesindeki o acılı tını buradan geliyor. Eğer şimdiye kadar dinlemediyseniz mutlaka dinleyin Edith Piaf' ı... Ruhunuzu bu sesle yıkamak için Fransızca bilmenize de gerek yok. Minicik bir bedenden çıkan o muhteşem ve acıtan sesi yüreğinizde hissedin.
 

İşte benim dinlediklerimden sadece birkaçı:
La Vie En Rose by Edith Piaf on Grooveshark
Tu Es Partout by Edith Piaf on Grooveshark
Une Enfant by Edith Piaf on Grooveshark
Le Bleu De Tes Yeux by Edith Piaf on Grooveshark

1 yorum:

Tarık dedi ki...

Edith Piaf'ın sesine birçok insan gibi bende bayılırım. Ama bu küçük bedende bu kadar hüzünlü bir hikaye taşıdığını bilmiyordum. Sözlerin Türkçe karşılıklarını ararken bloğunuzda buldum kendimi ve bilgiler için teşekkürler. Acısız ve bol mutluluk dolu günlere...