11 Haziran 2008 Çarşamba

Aynadaki Kadın Ve Yağmurda Kayan Yıldızlar

Kadın yeni bir güne gözlerini açtığında, evdeki seslerden herkesin uyanmış olduğunu anladı. Televizyonda Luli kanalı açıktı; her hafta sonu sabahlarında olduğu gibi... "Bir kare, bir üçgen, bir daire... Şekillerin dünyasıııı bizleri bekliyoooor, araştırın onlarıııı bulun bakalım" şarkısıyla çocuklara bir çizgi film kanalından verilebilecek olanın en iyi şekliyle geometrik şekiller öğretiliyordu.

Kadın yattığı yerde içinden söylemeye başladı, "bir kare, bir üçgen, bir daire... şekillerin dünyasıııı bizleri bekliyoooorrr..............." Sonra gözlerini tavanda gezdirdi bir süre... Yine, yeniden aynı bir güne başlamamak için elinden geldiğince oyalanmaya çalışıyordu yatağın içinde. Eli telefonuna uzandı, saate baktı önce, sonra mesaj kutusunu boşalttı; gelenler, gidenler...... Ardından tüm çağrıları... Bir hafiflik duydu... Sanki kendi içini boşaltmıştı... O hafiflikle tam kalkmak için doğrulurken adam girdi içeri, eğildi kadını yanağından öptü, "Günaydın aşkım!" diyerek... Kadın, içindeki zifiri karanlığa rağmen, "Günaydın!" dedi...

Banyoya girdi, aynaya baktı bir süre, en çok gözlerinde oyalandı... Gündüz bile yıldızların ışıdığı gözleri donuktu şimdi, yüreği gibi, kanı gibi, hayatı gibi... Yıldızlar kaymaya başladılar yanaklarında, parlıyorlardı şimdi... Kadının içindeki bütün parlaklıkları bir mıknatıs gibi çekerek, tek tek, lavaboda suyla sabunun son yolculuğuna katılarak, katıla katıla kayıyorlardı... Adam girdi içeri; kadının içinde kopan fırtınalardan epeydir habersiz "Ne oldu ki?" diye düşündü... "Hasta mısın?" diye sordu. Bir anlam veremedi, belki vermek istemedi... Kadını kahvaltı masasına oturttu, önüne bir fincan çay koydu, sonra hiçbir şey olmamış gibi çocuklarla sohbet ederek yemeye başladı.

Kadın mermer gibi soğuktu, sırtına vuran güneşe rağmen üşüyordu, tir tir titriyordu. Büyük çocuk, "Çayından iç anne, ısınırsın" dedi; küçük çocuk, "Çok sıcak, yanarsın ama!" dedi... Isınmak, yanmak, patlamak, tutuşmak... Çoktandır hiçbir şey ısınmıyor, yanmıyor, patlamıyor, tutuşmuyordu. Her şey sıradandı, kadın bir dakika sonra ne olacağını bilerek yaşıyordu. Adam, "Yesene..." dedi. Kadın, "Canım istemiyor" diyerek kalktı sofradan. Adam bağırdı, "Senin derdin ne? Rica ediyorum buraya gel ve kahvaltını et!" Kadın odasına doğru giderken adam, " Anlamıyorum, anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum..." diye söyleniyordu. Kadın, "Ve hiçbir zaman da anlayamayacaksın!" dedi içinden.

Adam mutfakta söylenerek, tabakları ve bardakları birbirine vurarak ve mutfak dolaplarını çarparak çoğu yenmemiş kahvaltı sofrasını topluyordu. Kadın "O'na nasıl anlatabilirim?"in hesabını yapıyordu; hissettiklerini, isteklerini, hayallerini, umutlarını, beklentilerini, hak ettikleri ve etmediklerini, nasıl bir mutsuzluk içinde olduğunu, üzüntülerini...... Bir yolu var mıydı; kavga etmeden, sesler yükseltilmeden?

Adamın bütün olumsuzlukları görmezden gelme huyu vardı. Çirkinliğe, mutsuzluğa, umutsuzluğa, hastalığa, acıya, hataya kapılarını kapatmıştı. Yok-muş gibi, memnun-muş gibi, mutlu(y)-muş gibi, güzel-miş gibi, sağlıklı(y)-mış gibi yapıyordu. Muş gibi, mış gibi, miş gibi oyunu oynuyordu belki de... Ama oyunlar bir süre sonra biterdi; yorulurduk ve oyundan çıkardık. O yorulmuyor muydu? Kadın çok yorgundu. Devam edemeyecek kadar yorgun... Bir şeylerin azaldığını hisseder hissetmez adamın ertelemelerinden yorulmuştu kadın, çıplak duygularını sağa-sola saklamaktan, üzerini örtmekten... Görmüyor muydu yoksa? Azalan ışığı, sıcaklığı... Bilmiyordu kadın. Belki de ortada hiçbir şey yoktu ve belki de o büyütüyordu her şeyi... Belki de regl dönemlerinin gelirken yanından asla eksik etmediği kankası, o lanet sendromlardan biriydi bu da... Bilmiyordu kadın, hiçbir şey bilmiyordu...

Adam hızla odanın kapısını açtı, tartışmaya başladılar. Tartışma büyüdü, sesler yükseldi, sesler boğuldu, araya hıçkırıklar girdi, kadın yastıklara gömüldü. Yüzü, elleri sırılsıklamdı. Adam ayakta, sonradan pişman olacağı, yüreğine tamamen aykırı, inanmadığı sözcükleri birbiri ardına sıralıyordu; kadın duyduklarına inanamıyor, elleriyle kulaklarını kapatıyor fakat kapattıkça kelimeler büyük harflerle daha çok yankılanıyordu... Kadın konuşamıyordu, bir ara deneyecek olsa düşündükleriyle ağzından çıkanlar birbirini tutmuyordu. "Yüksek sesle düşünsem" diye diledi kadın kayan yıldızlarıyla, "ve o da dinlese... hiç konuşmadan, düşüncelerimi kesmeden, sayıklama gibi..."

Kara güvercinler doldu odaya... Çirkin eller, gözler serseri, gelen lekeli, giden lekeli, çelişki, histerik kişilik, sevgi çemberi delik-deşik... Adam ve kadın bir zindan içinde birbirine kelepçeli... Umutsuzca onları birbirinden sonsuza dek ayıracak anahtarı aramaya devam ediyorlardı, peki gerçekten bulmak istiyorlar mıydı?

Kadın kanat çırpan kapkara güvercinlerin arasında, güçlükle giysi dolabına yöneldi, eline ilk gelen şeyleri aldı ve adamın, "işte sen busun!" bakışlarının önünde üzerine geçirdi. Ağlamaktan şişmiş ve kızarmış gözlerine güneş gözlüğünü taktı ve kapıyı çarparak çıktı. Yağmur yağıyordu, çok serindi, kadın ürperdi... Garip bakışlardan sıkıldı, gözlüğünü çıkardı ve kayan yıldızlarıyla bir dilek daha diledi; "daha çok yağsın yağmur ve gizlesin kayan yıldızlarımı..."

Sağanak yağmur kayan yıldızları gizleyebilir mi? Şimşeklerin gürültüsü hıçkırıkların sesini örtebilir mi? Dağılmış ve paramparça olmuş bir yürek terminalde hiç binilmeyecek bir otobüsü beklerken iyileşebilir mi, canlılığını ve renklerini kaybetmiş bir kişilik rengarenk pazar tezgahlarında yeniden eski rengine ve şekline dönebilir mi, acı aşkla kardeş mi, birisiyle yaşamaya alışmak ve onun açtığı yaralarda bile pansuman ve yara bandı olarak gene onu aramak denge mi? Katlanmanın sonu nedir? Aşkımızın yüzde kaçını kendimiz yaşıyoruzdur? Özgürlük yanlış sonları da göze almak mıdır? Duyguların birden ya da yavaşça artarak ortaya çıkan boşluğunda bocalama mı başlar? Yalnızlık nereye saklanır? "Aşk gelecek, cümle dertler bitecek" demiş birisi, bitmediğine göre demek ki esas olarak içinde döndüğümüz dünya mı dert dolu?

Kadın beyninde dönüp duran ve asla cevap bulamadığı sorularıyla böyle anlarda her zaman buluştukları yere gitti. Adam; yanında çocuklar, önünde bir fincan çay oturuyordu öylece... Kadın ona doğru yürürken bakışları buluştu. Gülümsediler... Pırıl pırıl bakıyorlardı. Kadın otururken, "nerelerdeydin?" diye sordu adam, "deli gibi merak ettim!"
"Beni seviyor musun?" diye sordu kadın...
Her zamanki gibi, "çooooooooooooooooooooook" dedi adam.
Adam kadını kendine, saçlarının kokusunu içine çekti, kadın daha çok sokuldu adama...
Yağmur deli gibi yağıyordu, rüzgar şiddetlenmişti ama üşümüyordu artık kadın, titremiyordu evinin sıcağındaki gibi...

görsel: PABLO PICASSO - Girl Before a Mirror 1932

Kara Güvercin by Zuhal Olcay on Grooveshark

4 yorum:

Adsız dedi ki...

Bazen dışarı da mutluluk bulursun...
...

Yoktun uzun zamandır,gördüğüme sevindim.

Batuhan Doğu Alkaya dedi ki...

Duyguları hem olduğu gibi veriyor , hemde bir perdenin arkasına saklıyorsun .. İkisinide öyle güzel yapıyorsunki , okurken yazını , sizi koyuyorum karakterlere olmuyor , neden yazdı diyorum öyleyse ? ama eminimki ardında , derinlerde sakladığın bir yaşanmışlık var ..

Seyyah dedi ki...

ardında yaşanmışlık ne kadar gerçektir bilmiyorum. ama ben okurken o yatak odasına ve mutfağa yolculuk yaptım. Pencereden gizlice seyrediyormuşum gibi hissettim kendimi. Güzeldi, eline sağlık...

saklıdefter dedi ki...

Neden sımsıkı giyinmiştim ve neden hava bukadar karanlıktı...neden gözyaşlarım durmaksızın akıyor ve beynim imkansızlığın bulmacasını çözüyordu...
İşin bu kısmını hiç kimse görmüyordu çünkü mevsim yaz ve öğle saatleriydi...ve benim yüzümde yalandan kocaman bir tebessüm vardı...
Sevgilerimle:)